On sekizinci yüzyılda Büyük Petro’nun önemli kişisel girişimleri sonucu Rusya’da ciddi bir Batılılaşma hareketi ortaya çıkmış ve Rusya felsefi, sanatsal ve bilimsel alanlarda Batı düşüncesini kendisine adapte etmeye başlamıştı. Kentleşmesini ve sanayileşmesini devlet eliyle tepeden inmeci bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan Rusya’da, değişen yaşam sanatı ve edebiyatı da pek çeşitli yönlerden etkilemiş ve aslında bu dallara pek çok olanaklar sunmuştu. Rusya’nın özgün şartları ile Batı’nın düşünsel alaşımından ortaya değişik bir sentez çıkıyor ve bu sentez de hem maddi hem de manevi içerikler taşıyordu. Söz konusu sentezin en önemli kentsel göstergesi St. Petersburg’dur. Rusya’nın en verimli sanat ve edebiyat yapıtlarının, tamamıyla Batılı bir mimari ile bir bataklık üzerine inşa edilen bu kentte yaşayan sanatçılar ve romancılar tarafından üretilmesi bir tesadüf değildir. Puşkin’in, Gogol’ün, Dostoyevski’nin sıradışı yapıtlarını dünyanın en büyük topraklarına sahip olan Rusya İmparatorluğu’nun yalnızca tek bir kentinde, St. Petersbug’da yaratmış olmaları, tam da yerellik ile Batı’nın kesiştiği noktanın burası olması nedeniyledir. Yine Turgenyev ve Tolstoy’un yazın yaşamlarında da St. Petersburg en önemli halkalardan birisi olmasının sebebi aynıdır. 19. YÜZYILDA ‘İFFETLİ’ AMA ÖZGÜR Kısacası dünyanın en büyük romancılarını ve en önde gelen klasiklerini üreten Rus edebiyatı tüm bu başarılarını yalnızca tek bir yüzyıla ve neredeyse tek bir kente sığdırmıştır: On dokuzuncu yüzyıl St. Petersburg’u. Kendisi de St. Petersburg doğumlu olan yirminci yüzyıl Rus romancısı Nabokov ise Rus edebiyatının tüm başyapıtlarının tek bir yüzyıla sıkışmış olmasına bir başka neden eklemektedir: On dokuzuncu yüzyıl Rusyası’ndaki sansürcülerin ‘akılsızlığı’. Nabokov’a göre on dokuzuncu yüzyıl Rusyası’nın devlete bağlı sansürcüleri müstehcen yapıtları anında sansürleyebiliyorlar fakat anlaşılması güç siyasi anıştırmalar karşısında bir fikir üretemedikleri için, bu gibi yazılar karşısında eylemsiz kalıyorlardı. Bu da on dokuzuncu yüzyılın Rus yazarlarının tüm romanlarını oldukça ‘iffetli’ bir biçimde kaleme almak zorunda bıraksa da, siyasi ve toplumsal fikirler üretmek konusunda oldukça özgür bırakıyordu. 20. YÜZYILIN BAŞARISIZLIĞI Bu büyük edebiyatın yirminci yüzyılda kendisini devam ettirememesinin en büyük nedeni değişen siyasi sistemle birlikte, yeni sistemin topluma ilişkin her konudaki sınırsız dayatmacı konumu ve işleve odaklanan pragmatik anlayışıydı. 1917 Devrimi’nin ardından kurulan SSCB’nin sansür mekanizması, Rusya İmparatorluğu’nunkine oranla çok daha gelişmiş, komplike ve iyi eğitimliydi. Bundan böyle tüm romanlar sistemin hizmetine sunulmuş, sanat için sanat anlayışı kökten bir biçimde, ‘sanat toplum içindir’ mottosuyla yer değiştirmiş ve bu yeni mottoyu bozmaya çabalayan her girişim keskin bir biçimde yasaklanmış ve sürgün edilmiştir. Böyle kapalı bir ortamda süren 20. yüzyıl Rus edebiyatının tanınan yegâne yazarları, sistem karşıtı olup da yazılarını yurtdışında kaleme alan Boris Pasternak ve Vladimir Nabokov gibi isimlerdir. Bu nedenle bugün sıradan bir okuyucuya Rus Edebiyatı’ndan söz edildiğinde, çoğunluğun bu göndermeden algıladığı şey yalnızca on dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatıdır. ‘EN İYİLER’ 23 BİN SAYFA Uzun yıllar ABD’deki Cornell Üniversitesi’nde edebiyat dersleri veren ve ‘Lolita’ romanıyla büyük bir üne kavuşan Nabokov da, ders notlarından oluşan ‘Rus Edebiyatı Dersleri’nde Rus edebiyatı olarak salt on dokuzuncu yüzyılı düşünür ve Rus düzyazı ile şiirindeki en iyi örneklerin yalnızca 23 bin sayfa tuttuğunu söyler. Bu miktar Nabokov’a göre Avrupa ve ABD edebiyatları karşısında pek dardır fakat yine de onlarla baş edebilecek düzeydedir. Kitabını kısa bir Puşkin girişinin ardından Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Gorki’den oluşturan Nabokov için bir anlamda Rus edebiyatı da bu kişilerden meydana gelmektedir. HAYRANLIK VE NEFRET Anlattığı bu yazarlar arasında da bir sıralama yapan Nabokov, Rusya’nın en büyük yazarı olarak Tolstoy’u göstermekte, onun arkasına Gogol’ü koymakta, üçüncü sıraya Çehov’u, dördüncü sıraya da Turgenyev’i yerleştirmektedir. İlk bakışta Dostoyevski’nin bu sıralamada yer almaması oldukça şaşırtıcı olsa da, kitabın tamamı okunduğunda Nabokov’un Dostoyevski’ye karşı ilginç bir kişisel takıntı beslediği ve Dostoyevski söz konusu olduğunda irrasyonel bir tavır takındığı görülmektedir. Dostoyevski’nin büyük değil, hayli vasat bir yazar olduğunu, yapıtlarının tarihi ABD romanları misali çerçöpten daha önemli ve sanatsal olmadığını söyleyen Nabokov, Dostoyevski’ye ayırdığı bölümün başına “Dostoyevski’yi madara etmek için sabırsızlanıyorum” ifadesini koymuştur. Ne yazık ki Dostoyevski’nin yaşamını anlattığı bölümü tamamen tek taraflı ve çarpıtarak anlatan Nabokov, her fırsatta Dostoyevski’yi küçültmeye, yermeye uğraşmış fakat bunun için gerekli hiçbir done üretememiş ve eleştirileri nesnel ve isabetli olmaktan çok öznel ve kişisel kalmıştır. Nabokov’un Dostoyevski’ye ilişkin bu garip kişisel önyargısında, büyük dedelerinden General Nabokov’un; Dostoyevski’nin gençliğinde Çar’a suikast girişimi gerekçesiyle kapatıldığı Petro Kalesi’nin komutanı olması ve bu kötü olaylar nedeniyle Nabokov ailesinin ileride çeşitli eleştirilere uğramış olmasının katkısı olabilir. Nabokov’a göre Dostoyevski’nin yazdığı her şey kötüdür... ‘Suç ve Ceza’ “tapon bir edebi hile”dir; ‘Yeraltından Notlar’ın her bir sözcüğü “yüzde yüz banal”dir; ‘Budala’, “bir sanatçının parmaklarının dokunuşundan ziyade, sopayla indirilmiş darbeler”dir; ‘Cinler’ bir roman değil, bir piyestir; ‘Karamazov Kardeşler’ ise tipik bir dedektiflik romanından başka bir şey değildir ve “roman değil de, tuhaf bir vodvilin metni” gibidir. EN İYİSİ ‘EN KÖTÜ’ DOSTOYEVSKİ Nabakov için Dostoyevski’nin en iyi metni, -çoğu eleştirmen tarafından en kötü yapıtı olarak gösterilen- ‘Öteki’dir ve bu kitap da bir Gogol taklididir. Bununla birlikte çoğu edebiyat eleştirmeni Nabokov’un Lolita’sının büyük ölçüde Dostoyevski’nin ‘Uysal Kız’ öyküsünden etkilendiği, romandaki Humbert Humbert karakterinin ise ‘Cinler’deki Stavrogin ile ‘Suç ve Ceza’daki Svidrigailov karakterlerinden etkilenerek yaratıldığı konusunda hemfikirdir. Nabokov’un Dostoyevski’ye gösterdiği bu kişisel önyargıda Dostoyevski’ye olan büyük öykünmesinin yarattığı hayranlık ve nefret ilişkisi de etkili olmalıdır. NABOKOV’UN ZEKÂSI İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Rus Edebiyatı Tarihi’ kitabının Dostoyevski bölümü dışındaki kısımlarıysa oldukça kıymetli, özgün bilgiler ve yorumlar içermektedir. Nabokov’un zekâsı kitabın çoğu bölümüne işlemiştir ve okuyucuyu anlattığı konular üzerinde bir bilgi açlığına ve okuma heyecanına sürüklemektedir. 19. yüzyıl Rus romancılarının, devlet-eleştirmen-okuyucu üçgeni çerçevesinde izlediği seyir ve oturduğu bağlam konusunda Rus edebiyatına yeni başlayanlar için değil, fakat deneyimli okurlar için önemli bir izlek sunmaktadır. Yalın Alpay (2013) "Nabokov'dan Al Rus Edebiyatı Derslerini", Akşam Kitap, Sayı:26, s.16, 17 |
YALIN ALPAYArchives
July 2013
Categories
All
|