Mişima’da, kişinin bastırdığı her türlü olumsuz özellik sonuna değin dışarı salınmıştır. Yıkıcılık, öz-yıkıcılık, baba nefreti, sapkın cinsel güdüler, öldürme arzusu bunların ilk akla gelenleridir. Kahramanlarının kafalarındaki her türlü varsayım, toplumsal kabullerin tam aksidir, kökten reddidir. Nihilist öğeler ise, bir öndere itaat etmekle bezenmiştir. Mişima büyük bir titizlikle planlamış olduğu yaşamının son gününe, son romanını yayıncısına verilmek üzere zarfa koyarak başladı. Günler öncesinden seçtiği giysilerini ve iç çamaşırlarını giydi, ünlü bir usta tarafından 17. yüzyılda yapılmış olan kılıcını kınına soktu, çalışma masasının en görünür yerine “İnsan yaşamı kısa, fakat ben hep yaşayacağım” notunu bıraktı. Kurduğu yüz kişilik bir ordu olan Kalkan Derneği’nden dört adamı tarafından, bir otomobille evinden alındı. Japonya Milli Savunma Bakanlığı’nda bir General’e, 17. yüzyılda yapılmış kılıcı hediye etmek için ziyarette bulunan bu beş aşırı sağcı, görüşme başladıktan kısa süre sonra General’i bağladılar ve engel olmak isteyen yedi askeri kılıçtan geçirdiler. Generali rehin alan Mişima, tüm basını ve Bakanlık’taki 800 kişiyi yapacağı balkon konuşması için meydana topladı. Japonya’nın temel değerlerinin tehdit altında olduğunu ve İmparator’un yeniden kendi değerini bulmasını temel alan konuşması küfürler ve yuhlamalarla karşılandı. Balkondan General ile arkadaşlarının yanına geçen Mişima, yere oturdu ve tüm basın ve izleyicilerin gözü önünde kılıcını karnına soktu. Can çekişmesine karşın bir türlü ölmüyordu. Yanındaki bir arkadaşı onun kafasını uçurmak için birkaç girişimde bulundu fakat Mişima’nın kafasını uçurmak yerine onun ensesinde ve omzunda korkunç üç yarık açarak Japon yazarın acısını arttırdı. Mişima’nın bu sırada ağzından son sözleri döküldü: “İmparator Çok Yaşa!”. Bir üçüncü kişi tek vuruşta Mişima’nın başını bedeninden ayırdı. Bu da Mişima’nın son performansı oldu. Ardında 40 roman, 20 öykü, 20 deneme, 18 oyun, 1 libretto ve 1 de film ile 3 Nobel adaylığı bıraktı. DOĞU VE BATI Batılı olmayan romancıların en önemli yazın temaları genellikle Doğu-Batı ikilemi olmuştur. Dostoyevski, Turgenyev, Salman Rüşdi, Orhan Pamuk, Peyami Safa, Tanpınar gibi yazarlar bu konuya yoğunlaşmışlar ve kültürler arası sıkışmayı yaşamışlardır. Batılı yöntemleri kullanarak Doğu’yu dile getirmek ortak yönleridir. Diğer ortak özellikleri ise yapıtlarında intihara önemli bir yer ayırmalarıdır. Bunun arka planında Doğu’nun Batılılaşırken, bir yandan da kendi kültürel değerlerini “intihar”a sürüklediğine ilişkin bir gönderme vardır. Mişima’da da intihar ve Doğu-Batı meselesi temeldir fakat intiharı yazın alanından gerçekliğe taşımasıyla yukarıdaki yazarlardan ayrılır. Eşcinsellik ile heteroseksüellik, Japonya ile Batı, ölüm ile yaşam gibi varoluşuna dair en temel kavramlarda sert çelişkiler yaşamıştır. Kendisini hep bir yabancı ve öteki olarak algılamıştır ve bu durumu aşabilmek için herhangi bir sonuç alamadığı uzun meditasyonlara başvurmuştur. Taşıdığı çelişkilerle, inançlarını ve aldığı kararları hiçbir engel tanımadan sonuna değin götürebilmesiyle, nefret ettiği olgulara aynı zamanda aşk derecesinde sevgi besleyebilmesiyle, savunmadığı düşünceler ile tatmadığı duyguları anlayabilme kapasitesiyle ve bitip tükenmek bilmeyen intihar açlığıyla Mişima tipik bir Dostoyevski karakteridir. İNTİHARIN DEĞİŞEN ANLAMI Yaşamı boyunca Dostoyevski’nin Budala romanındaki İppolit’in temsil ettiği bir kişi iken, yaşamının sonunda Dostoyevski’nin Cinler’deki unutulmaz Kirillov karakterine dönüşmüştür. İppolit, Mişima gibi akciğerlerinde sürekli ölümcül sorunlar yaşayan bir nihilisttir ve intihar etmek istese de aslında var gücüyle yaşamayı arzulamaktadır. İppolit’in intiharı istemesindeki temel neden bu dünyada kalmak istemesine karşın dünyayla uyum sağlayamamasıdır. Budala’da büyük bir kalabalık önünde giriştiği intihar denemesinde, tabancaya kurşunları koymayı unuttuğu için intiharını gerçekleştiremez ve kendisini daha da küçük düşmüş hisseder. Daha da küçülmek pahasına yaşamayı seçmiştir İppolit çünkü ölesiye yaşamak istemektedir. Oysa Cinler’deki Kirillov ise duygusal bir hezeyanla ya da yeryüzünde başarısız olduğu gerekçesiyle değil, tamamen felsefi bir şekilde gerçekleştirdiği çıkarımlar sonucu, Nietzsche’nin ilan ettiği Tanrı’nın ölümünün ardından, bizzat Tanrı’nın kendisi olmak için intihar etmektedir. Kirillov’a göre, iradesini sonsuza götüren şey Tanrı’dır. Bir kişinin Tanrı olabilmek için iradesini sonsuza götürmesi ise, en istemeyeceği şeyi bile istemekle gerçekleşebilir. O halde insanın en çok kaçındığı şey olan ölümü bilinçli olarak isteyen bir kişi, intihar ettiğinde Tanrı’ya dönüşmektedir. Mişima 45 yıllık ömrü boyunca pek çok farklı intihar içeren yapıtlar vermiş, yayınladığı bir fotoğraf albümünde kendi ölümünün çok farklı - boğulurken, kamyon tarafından ezilirken, harakiri yaparken - biçimlerine yer vermiştir. Ancak daha sonra otobiyografik romanı Bir Maskenin İtirafları’nda yazacağı üzere, aslında “tek bir defa bile gerçekten ölmek istememişti”. Bu yıllar onun İppolit yıllarıdır. İntiharı ilgi çekmek için kullanmakta fakat karşı gelinemez bir şekilde yaşamayı istemektedir. Son döneminde ise tıpkı Kirillov gibi intiharı başka türlü algılamaya başlamış, artık başarılı olduğu, tanındığı, Nobel’e defalarca aday gösterildiği bir dünyada intiharı bir kaçış yolu olarak değil, Tanrı’lığa giden bir yol olarak kavramıştır. Bu nedenle intihar sabahında çalışma masasının üzerine bıraktığı “İnsan yaşamı kısa, fakat ben hep yaşayacağım” notu anlamlıdır. AYKIRILIKLARIN BİLEŞKESİ Mişima’da, kişinin bastırdığı her türlü olumsuz özellik sonuna değin dışarı salınmıştır. Yıkıcılık, öz-yıkıcılık, baba nefreti, sapkın cinsel güdüler, öldürme arzusu bunların ilk akla gelenleridir. Kahramanlarının kafalarındaki her türlü varsayım, toplumsal kabullerin tam aksidir, kökten reddidir. Nihilist öğeler ise, bir öndere itaat etmekle bezenmiştir. Bu yüzden Mişima’yı faşist olmakla yaftalayan pek çok yorumcu da bulunmaktadır. Oysa yazar, sanki içten içe şöyle der: “Yaşamla uyuşamıyorsan, ya yaşayanları ya da kendini öldür.” Yalın Alpay (2013) "Yaşama Uyamıyorsan ya Yaşayanları ya Kendini Öldür", Akşam Kitap, Sayı:30, s.20 Günlüğünde şöyle yazar: “Bir yabancıdan daha yabancı yaşamım.” Annesine ise “Hepiniz bana yabancısınız” diyecektir. Haklıydı: Kafka bir yabancıydı. Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı öncesinde büyük bir ekonomik refah, tamamıyla öngörülebilir bir gelecek, oldukça güvenli bir yaşam ve ülkeler arasında pasaportsuz bir geçiş özgürlüğü vardı. Sanki kıta ebedi dengeyi bulmuştu ve yaşam bundan sonra savaşların, ekonomik bunalımların ve istikrarsızlıkların her türlüsünden uzak bir şekilde, mutluluk içerisinde sürüp gidecekti. Bu dönemi Stefan Zweig, Dünün Dünyası adlı yapıtında uzun ve ayrıntılı bir şekilde anlatır ve 1914’e kadar Avrupa’yı bir Cennet olarak betimler. Oysa Zweig’den yalnızca iki yıl sonra ve Zweig’le aynı ülkede, Habsburg İmparatorluğu’nda doğan Kafka için bu dönem hiç de Cennet’e benzemez. Bunun nedeni, insana özgü zayıflıkların tümüne yoğun şekilde sahip olan Kafka için en küçük sorunların bile aşılmaz dağlar gibi görünmesi ve bu yüzden dünyanın olumsuzluklarına ilişkin en hassas duyuları taşımasıdır. Fakat benliğindeki zaaflar ve güçsüzlükler, Kafka’nın Avrupa’nın yaşayacağı felaketler dizisine dair sıradan insanların duyum eşiğinin dışında kalan tüm öncü belirtileri en derin şekilde hissetmesine yol açmış ve güçsüz benliği bir yazar olarak en büyük gücü haline gelmiştir. ALTINCI HİS DEĞİL, HASSAS RUH Kafka’nın Avrupa’nın geleceğine ilişkin felaketlerini sezmesinde, onun Habsburg İmparatorluğu’nda yaşıyor olmasının da belirgin bir etkisi vardı zira savaş sonrası Avrupa’da ortaya çıkacak olan devlet ile vatandaş arasındaki bürokrasi ilişkisi ve farklı etnik gruplar arasındaki hiyerarşik katmanlaşma Habsburg İmparatorluğu’nda Avrupa’nın diğer ülkelerine oranla daha erken başlamıştı. Burada devletin vatandaşlarıyla kurduğu soğuk bürokratik ilişki insanı bir evraka ve bir seri numarasına dönüştürmekteydi. Koridorları aşağılama kokan devlet dairelerinde kişi yürek çarpıntısı içerisinde kapıdan kapıya gönderiliyor, bir suçluymuş gibi muamele görüyor ve halletmek istediği iş yüzünden her türlü gurur kırıcı tavırla karşılaşıyordu. Bir sosyal sigorta memuru olarak Kafka da tam bu bürokrasinin ortasında yer alıyor ve olağanüstü hassas duyularıyla gelecek on yıllarda tüm Avrupa’yı kasıp kavuracak olan devletin birey üzerindeki baskısını daha o dönemde en ağır şekilde tüm varlığıyla hissediyordu. Henüz işleyen bir toplumdaki çürümenin, yaşadığı günün bürokratında yarının saldırganının ve celladının, göze görünmeyen tohumda oluşan yıkımın kokusunu alıyordu. YABANCIDAN DA YABANCI Döneminin ağırlığını herkesten daha fazla taşıyan ve geleceğe ilişkin öngörüleri toplumun genelinden farklı olan her yazar gibi Kafka da toplumla bir bütünlük kuramamıştır ve her şeye, herkese yabancılaşmıştır. Üstelik Kafka’nın yaşadığı topluma, devlete ve sanat anlayışına yabancılaşması için pek çok çevresel etmen de vardı. Yahudi bir aileden geldiği için tipik bir Hıristiyan dünyası insanı değildi. Fakat Yahudiliğini umursamadığı için tümüyle Yahudilerden de sayılamazdı. Prag’da Almanca konuşan çok küçük bir azınlığın üyesi olarak tam anlamıyla bir Çek ya da bir Prag insanı değildi. Bununla birlikte Almanca konuşan bir Yahudi olduğu için tam anlamıyla Bohemyalı bir Alman olduğu da söylenemezdi. Bohemyalı olması ise, tam anlamıyla Avusturyalı olmasını önlüyordu. Sosyal sigorta memuru olarak tam burjuva değildi. Bir burjuva ailesinin oğlu olarak tümüyle emekçiler sınıfına giremiyordu ama bir ofis çalışanı da değildi zira kendisini bir yazar olarak hissediyordu. Kısacası Kafka için her yer bir yabancılaşma ortamıydı. Bu nedenle Kafka bıkıp usanmadan, yaşamında da, yazınında da yabancı olduğu varlığın içinde kendisine bir yer bulabilmeye çalışmıştır. Günlüğünde şöyle yazar: “Bir yabancıdan daha yabancı yaşamım.” Annesine ise “Hepiniz bana yabancısınız” diyecektir. Haklıydı: Kafka bir yabancıydı. Bununla birlikte Kafka bir umutsuz değildir, yalnızca bir tanıktır. Yapıtları, onun dünya karşısındaki tutumunu ortaya koyar. Çalışmaları ne bu dünyanın edilgin birer kopyası ne de birer ütopyadır. Mevcut dünyayı açıklamak ya da dönüştürmek istemez. Yalnızca bu dünyanın yetersizliğini duyurur ve onu aşmaya çağırır. Yabancılaşmış bir evrendir fakat bir ışık, bir çıkış yolu arar, bir umut peşindedir. Mistik bir nihilisttir, aklın ötesinde kalan evrenin sözcüsüdür. Fakat Kafka yurdunu bulamadan tükenir. YAPITLARI NEDEN YARIM? Kafka bizi yabancılaşmanın sınırlarına kadar getirir, yorulmak bilmeden bu sınırlara saldırır fakat onu aşmayı başaramaz. Yapıtlarından çoğunun yarım bırakılmış olması bir rastlantı değildir. Cehennemin çemberlerinden geçmiştir, sonsuz bir tünelin sonundaki ışığı görmüştür fakat artık nefesi kesilmiştir. Onun yurdu yabancılaşmanın ve yabancılaşmaya ilişkin bilincin yurdudur. Artık kişi kendisine de yabancılaşmaktadır. Kahramanları kendi benliklerinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlarlar. Amerika romanında kahramanın Karl Rossmann adını taşırken, Dava’da bu ad azalarak Josef K.’ya iner. Şato’da ise kahramanın adına ilişkin K. dan başka bir şey kalmamıştır. Kahramanlar artık kendilerine bile yabancıdır ve bireyin dünyayı asla etkileyemeyeceği duygusunun egemenliği altındadır. Bu yüzden de Kafka’nın bireyi bir böcektir. Değişim romanındaki Gregor Samsa’nın bir sabah uyandığında kendisini bir böcek olarak bulması tesadüfi bir gönderme değildir. Avrupa’nın orta yerinde yaşamış bu yabancının yaşamına ilişkin pek çok çalışma yapılmışsa da, çoğunlukla Kafka’nın hayatı büyük karanlıklar ve belirsizlikler altında kalmış, birey ile toplum arasındaki etkileşimler çoğunlukla Kafka biyografilerine yansıtılamamıştır. Yine Kafka’nın metinler ve yazarlar arası kurduğu ilişkilerin sıra dışı çeşitliliğinin izini sürmek çoğu Kafka biyografisinin sahip olmadığı özellikler arasında kalmıştır. Oysa Reiner Stach’ın yeni tarihli ve pek hacimli Kafka biyografisi bu yabancıyı ve modernist yapıtlarını kavrayabilmek için çok kapsamlı bir izlek sunuyor ve alışılagelen biyografi tekniğinin dışına da taşarak zaman zaman olup biteni Kafka’nın ağzından ve doğrudan iç dünyasından anlatarak kimilerince eleştirilen bir yol izliyor. Stach’ın çalışması şimdiye değin yazılmış tüm Kafka biyografilerinden daha fazla bilgi, bağlantı ve iddia ortaya koyuyor ve en azından şimdilik, en iyi Kafka biyografisi olarak karşımızda duruyor. Yalın Alpay (2013) "Gregor Samsa Neden Böcek Oldu? Kafka Neden Bir Yabancıydı?", Akşam Kitap, Sayı:29, s.14 Avrupa seçkinlerinin itibarlı bir üyesi olmasına karşın hiçbir zaman kendisini tamamıyla evinde başarılarıyla baş başa bulamadı. Dıştan görünen en belirgin kişilik özellikleri olan utangaçlığı ve mütevazılığı daha çok ruhunda kök salan güvende olamamak duygusundan ileri gelmekteydi. Kendisini güvende hissettiği yegane anlar kitapları ve çalışmaları ile ilgilendiği zamanlardı. Ömrüne iki dünya savaşı sıkıştıran Zweig, çok varlıklı bir Viyanalı Yahudi ailenin çocuğu olarak gençliğini oldukça lüks yaşamış, bu arada da itibarlı gazetelerde yazmaya başlamış ve felsefe doktorasını tamamlamıştır. I. Dünya Savaşı’yla birlikte Avusturya’nın yıkılışına şahit olmuş, ekonominin alt üst olmasıyla tüm zenginliğini yitirmiş, evinde kömür bile yakamayacak hale gelmiştir. Yazgısı onu iki dünya savaşı arasında kitapları 40 dile çevrilmiş çok ünlü bir yazara dönüştürmüş, ve yeniden çok varlıklı bir adam yapmıştır. Fakat bu kez de Zweig’ın önüne Hitler ortaya çıkmış ve Yahudi olması nedeniyle tüm kitaplarını yaktırmış ve yasaklatmıştır. Almanya’nın nüfuz ettiği her ülkede Zweig’ın yasaklılar listesine girmesiyle birlikte kariyerinde ve ekonomik gücünde muazzam bir düşüş yaşamıştır. Hitler’in Avusturya’yı ele geçirmesiyle ülkesinden kovulmuş, geri kalan tüm yaşamı boyunca kendisini başka ülkelerde yaşama hakkı isteyen bir dilenci gibi görmüş ve bu duygularını Dünün Dünyası adlı otobiyografik çalışmasında oldukça ayrıntılı ve üzücü bir şekilde aktarmıştır. Ülkeden ülkeye savrulan Zweig, sonunda 61 yaşında evinden çok uzaklarda, bambaşka bir kıtada, Brezilya’da, eşiyle birlikte intihar ederek büyük başarılar ve büyük acılarla dolu yaşamına son vermiştir.Zweig’in yazıları biçimsel ve içeriksel olarak çok çeşitlidir. Öykü, roman, biyografi, monografi, şiir, köşe yazısı, tercüme, tiyatro ve libretto yazmıştır. İşlediği konular sıradan insanlardan, tarihi biçimlendiren bireylere kadar geniş bir yelpazededir. Yazıları gerçek kişiler ve durumlar kadar gerçekçi bir biçimde anlattığı hayali öyküleri de içerir. İlginç efsaneleri parlak bir edebiyatla yeniden üretir ve onları kendi yaşamının ve zamanının canlı tonuyla betimler. Geride bıraktığı dev edebiyat mirasının yanında döneminin insanlarının trajedilerini de mektuplarıyla gözler önüne sermiştir. 30 bine yaklaşan mektuplarıyla edebiyat dünyasının en önemli mektup yazarlarındandır. "VAZGEÇME SANATI" Biyografi türü I. Dünya Savaşı’nın ardından Fransa, İtalya ve İngiltere’de pek popülerleşmiş sadece 1926-1930 yılları arasında ABD’de 4800 biyografi yayınlanmıştı. Zweig da bu eğilimi izlemiş ve çeşitli biyografiler kaleme almaya başlamıştır. Bugün Zweig’ın biyografileri biçem, yaklaşım ve lezzet açısından türünün en iyi örnekleridir. Biyografi yazarken her şeyi gözden geçirir, konuya ilişkin tüm gazete ve dergi yazılarını inceler, tüm belgeleri çalışırdı. Fakat yazdığı biyografi basıldığında tüm bu çalışmalarından pek azı kitapta yer alırdı zira Zweig’ın çalışma biçimi yazdıklarını azaltmak şeklindeydi. Ona göre kitaplarının sürükleyici hızlılığı, kendisinin tüm gereksiz araları ve önemsiz sesleri atabilmesindedi. Zweig buna “vazgeçme sanatı” ismini vermiştir. Bin sayfalık metnlerini vazgeçme sanatıyla iki yüz sayfaya indirdiği olmuştur ve geriye yalnızca bir öz kaldığı için Zweig bundan pek memnundur. Zweig kişilerin yaşam öykülerini anlatırken kendi dramatik amaçlarını, yaşam yasaları ile özdeşleştirmesiyle diğer biyografi yazarlarından ayrılır. Bir biyografi yazarından çok bir psikiyatrist ile bir kültür tarihçisinin özel bir karşımı olarak öznelerinin kim olduklarıyla değil, kendisi için ne anlama geldikleriyle ilgilenmiştir. Böylesi bir amaçsal tutum, bir tarihçi için tehlikeli olabilir fakat Zweig’ın biyografileri bir tarihçinin değil, bir denemecinin ve eleştirmenin ürünleridir. Zweig ele aldığı öznelerinin kişiliklerinin içsel sorunlarını çözmeye ve öznelerini özel şartların oluşturduğu stres altında güvenilir kılacak psikolojik biçimleri keşfetmeye niyetlidir. Karakterlerinin dürtüler, şüpheler, sorunlar, tutkular ve acılardan oluşan tüm içsel yaşamlarını gözler önüne sermeye çalışır. Zweig’ın biyografilerine bu müthiş popülerliği kazandıran da budur. Bu yapıtlarda şüpheci okur kendisini aldatılmış hissetmezken, nostaljik okur da hayal kırıklığına uğramış hissetmemektedir. BEDEN PSİKOLOJİNİN KILIFIDIR Zweig’ın bir diğer alanı öykülerdir. Basit bir fikri ya da sıradan bir olay dizisini ince bir zevkle ve entelektüel bir kalitede anlatarak hem uzman okuyuculara hem de genel okuyuculara hitap eder. Anlatısında öyküye beklenmeyen bir akış kazandıran ve gündelik olayları garip bir aydınlığa kavuşturan görülmemiş olaylar vardır. Bu sayede ezberlenilmiş anlam ilişkileri aniden yeni ve ilginç derinliklere kavuşur, gizlenmiş tüm diğer anlamlar gözler önüne serilir. Erken dönem öykülerinde iç monologlar ile diyalogları tercih eden Zweig, sonraki dönemlerinde ayrıntılı geri dönüşler içeren bir anlatı biçiminine yönelmiştir. Öykülerinde çoğu zaman bir alt kurmaca vardır ve her şeyi açık seçik tasvir etmek yerine Dostoyevski gibi kişilerin ruhsal durumlarına odaklanır zira Zweig’a göre bedenler arkalarındaki karmaşık psikolojik olayları gizleyen kılıflardır. Yayınlanan tek romanı olan Merhamet, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılan dünyasına özlem dolu bir bağlılığı anlatır. Fakat Zweig, Dünün Dünyası isimli otobiyografik çalışması dışındaki tüm yapıtlarında olduğu gibi bu kitabında da ülkenin genel durumuna ya da siyasete hiç değinmeden özel kişilerin psikolojileriyle ilgilenmiştir. TİYATRONUN LANETİ Zweig tiyatro metinleri konusunda da oldukça yetenekliydi fakat yaşamı boyunca peşini bırakmayan şanssızlıkları onu sahne sanatlarında da rahat bırakmadı. Savaş öncesi Almanya’nın en ünlü iki aktöründen birisi olan Matkowsky, Zweig’ın yazdığı Thersites’i oynayacaktı. Fakat provalar sırasında Matkowsky öldü ve oyun sahneye konamadı. Bunun üzerine Almanya’nın en ünlü diğer aktörü olan Kainz bu oyunu sahnelemek istedi fakat inanılmaz bir şekilde bu aktör de provalar sırasında yaşamını yitirdi. Bu olaylar üzerine Zweig batıl inançlara sürüklense de sonunda cesaretini toplayarak bir oyun daha kaleme aldı. Deniz Kenarındaki Ev isimli trajedisinde oynayacak aktörlerin hiçbirisi ünlü değildi ve Zweig bu nedenle bir ölümün gerçekleşmeyeceğini düşünüyordu. Bu oyundaki tek yıldız dönemin en ünlü tiyatro yönetmeni olan Baron Berger’di. Fakat lanet Zweig’ı yalnız bırakmadı ve bu kez de ünlü yönetmen provalar sırasında can verdi. Böylece Zweig’in üç tiyatro girişimi üç ölümle sonlandı. Yıllar sonra Strauss için yazdığı libretto provalarında Strauss yaşamını yitirmese de prömiyerin oynandığı gecenin ardından Hitler tarafından Almanya’nın Devlet Müzik Odası Başkanlığı’ndan azledildi. Bu da Zweig’ın son sahne sanatı girişimi oldu. Kutsanmış yeteneklerle bezenmiş olmasına karşın Zweig hiç mutlu olamadı. Yaşamı diğer yazarlarla karşılaştırıldığında büyük başarılarla doluydu fakat ilk eşinin anılarına göre daimi bir yurt hasretinin, aniden boşalan sinir patlamalarının ve açıklanamaz tedirginliklerin pençesinde bir hayat sürdü. Avrupa elitlerinin seçkin bir üyesi olmasına karşın hiçbir zaman kendisini tamamıyla evinde başarılarıyla baş başa bulamadı. Dıştan görünen en belirgin kişilik özellikleri olan utangaçlığı ve mütevazılığı daha çok ruhunda kök salan güvende olamamak duygusundan ileri gelmekteydi. Kendisini güvende hissettiği yegane anlar kitapları ve çalışmaları ile ilgilendiği zamanlardı. Edebiyatı, gerçeklerin taleplerine karşı bir set olarak kullanırdı fakat bu set dışarısının hengamesini engellemekte genellikle başarısız olurdu. Zweig’ı kişisel, sosyal ve ruhsal bir boşluk çevrelemişti. Sürgünü, içsel ıssızlığının dışsal göstergesinden başka bir şey değildi ve intiharı da yalnızca bunun nihai sonucuydu. İNTİHAR Zweig için intihar hiçbir zaman uzak olmadı. Edebi yapıtlarındaki figürlerin çoğu intihar düşüncesiyle doluydu ya da yaşamlarını kendi elleriyle sona erdirmişlerdi. Ağaçlar Üzerindeki Yıldız’da Français kendisini trenin altına atar, Mürebbiye’deki mürebbiye kendisini öldürür, Firari’deki Rus askeri kendisini göle atar, Amok’daki doktor kendisini asar, Leporella’da hizmetçi intihar eder, Bir Kadının Yirmi Dört Saati’ndeki Bayan C. kendisini vurur, Merhamet’te Edith, kuleden atlar, Değişim Rüzgarı’nda Christine ve Ferdinand birlikte intihar ederler. Zweig de bir yurtsuz olarak Brezilya’da, ülkesinde çok uzakta geride bıraktığı mektupta “Tüm dostlarımı selamlıyorum! Bu uzun gecenin sonunda şafak kızıllığını görmenizi dilerim! Ben, fazlasıyla sabırsız olan ben, önden gidiyorum.” yazarak kendi yaşamına son vermiştir. Zweig’in dikkatimizi çektiği nokta yalnızca dünün dünyası değildir. Dünün dünyasını göstererek geleceğin dünyasına karşı bizi uyarmaktadır. Görünüşe göre Avrupa dersini almıştır fakat Birinci Dünya Savaşı öncesinde de tıpkı böyle bir durum yok mudur? Yalın Alpay (2013) "Kaybeden Bir Kazanan", Akşam Kitap, Sayı:28, s.20 On sekizinci yüzyılda Büyük Petro’nun önemli kişisel girişimleri sonucu Rusya’da ciddi bir Batılılaşma hareketi ortaya çıkmış ve Rusya felsefi, sanatsal ve bilimsel alanlarda Batı düşüncesini kendisine adapte etmeye başlamıştı. Kentleşmesini ve sanayileşmesini devlet eliyle tepeden inmeci bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan Rusya’da, değişen yaşam sanatı ve edebiyatı da pek çeşitli yönlerden etkilemiş ve aslında bu dallara pek çok olanaklar sunmuştu. Rusya’nın özgün şartları ile Batı’nın düşünsel alaşımından ortaya değişik bir sentez çıkıyor ve bu sentez de hem maddi hem de manevi içerikler taşıyordu. Söz konusu sentezin en önemli kentsel göstergesi St. Petersburg’dur. Rusya’nın en verimli sanat ve edebiyat yapıtlarının, tamamıyla Batılı bir mimari ile bir bataklık üzerine inşa edilen bu kentte yaşayan sanatçılar ve romancılar tarafından üretilmesi bir tesadüf değildir. Puşkin’in, Gogol’ün, Dostoyevski’nin sıradışı yapıtlarını dünyanın en büyük topraklarına sahip olan Rusya İmparatorluğu’nun yalnızca tek bir kentinde, St. Petersbug’da yaratmış olmaları, tam da yerellik ile Batı’nın kesiştiği noktanın burası olması nedeniyledir. Yine Turgenyev ve Tolstoy’un yazın yaşamlarında da St. Petersburg en önemli halkalardan birisi olmasının sebebi aynıdır. 19. YÜZYILDA ‘İFFETLİ’ AMA ÖZGÜR Kısacası dünyanın en büyük romancılarını ve en önde gelen klasiklerini üreten Rus edebiyatı tüm bu başarılarını yalnızca tek bir yüzyıla ve neredeyse tek bir kente sığdırmıştır: On dokuzuncu yüzyıl St. Petersburg’u. Kendisi de St. Petersburg doğumlu olan yirminci yüzyıl Rus romancısı Nabokov ise Rus edebiyatının tüm başyapıtlarının tek bir yüzyıla sıkışmış olmasına bir başka neden eklemektedir: On dokuzuncu yüzyıl Rusyası’ndaki sansürcülerin ‘akılsızlığı’. Nabokov’a göre on dokuzuncu yüzyıl Rusyası’nın devlete bağlı sansürcüleri müstehcen yapıtları anında sansürleyebiliyorlar fakat anlaşılması güç siyasi anıştırmalar karşısında bir fikir üretemedikleri için, bu gibi yazılar karşısında eylemsiz kalıyorlardı. Bu da on dokuzuncu yüzyılın Rus yazarlarının tüm romanlarını oldukça ‘iffetli’ bir biçimde kaleme almak zorunda bıraksa da, siyasi ve toplumsal fikirler üretmek konusunda oldukça özgür bırakıyordu. 20. YÜZYILIN BAŞARISIZLIĞI Bu büyük edebiyatın yirminci yüzyılda kendisini devam ettirememesinin en büyük nedeni değişen siyasi sistemle birlikte, yeni sistemin topluma ilişkin her konudaki sınırsız dayatmacı konumu ve işleve odaklanan pragmatik anlayışıydı. 1917 Devrimi’nin ardından kurulan SSCB’nin sansür mekanizması, Rusya İmparatorluğu’nunkine oranla çok daha gelişmiş, komplike ve iyi eğitimliydi. Bundan böyle tüm romanlar sistemin hizmetine sunulmuş, sanat için sanat anlayışı kökten bir biçimde, ‘sanat toplum içindir’ mottosuyla yer değiştirmiş ve bu yeni mottoyu bozmaya çabalayan her girişim keskin bir biçimde yasaklanmış ve sürgün edilmiştir. Böyle kapalı bir ortamda süren 20. yüzyıl Rus edebiyatının tanınan yegâne yazarları, sistem karşıtı olup da yazılarını yurtdışında kaleme alan Boris Pasternak ve Vladimir Nabokov gibi isimlerdir. Bu nedenle bugün sıradan bir okuyucuya Rus Edebiyatı’ndan söz edildiğinde, çoğunluğun bu göndermeden algıladığı şey yalnızca on dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatıdır. ‘EN İYİLER’ 23 BİN SAYFA Uzun yıllar ABD’deki Cornell Üniversitesi’nde edebiyat dersleri veren ve ‘Lolita’ romanıyla büyük bir üne kavuşan Nabokov da, ders notlarından oluşan ‘Rus Edebiyatı Dersleri’nde Rus edebiyatı olarak salt on dokuzuncu yüzyılı düşünür ve Rus düzyazı ile şiirindeki en iyi örneklerin yalnızca 23 bin sayfa tuttuğunu söyler. Bu miktar Nabokov’a göre Avrupa ve ABD edebiyatları karşısında pek dardır fakat yine de onlarla baş edebilecek düzeydedir. Kitabını kısa bir Puşkin girişinin ardından Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Gorki’den oluşturan Nabokov için bir anlamda Rus edebiyatı da bu kişilerden meydana gelmektedir. HAYRANLIK VE NEFRET Anlattığı bu yazarlar arasında da bir sıralama yapan Nabokov, Rusya’nın en büyük yazarı olarak Tolstoy’u göstermekte, onun arkasına Gogol’ü koymakta, üçüncü sıraya Çehov’u, dördüncü sıraya da Turgenyev’i yerleştirmektedir. İlk bakışta Dostoyevski’nin bu sıralamada yer almaması oldukça şaşırtıcı olsa da, kitabın tamamı okunduğunda Nabokov’un Dostoyevski’ye karşı ilginç bir kişisel takıntı beslediği ve Dostoyevski söz konusu olduğunda irrasyonel bir tavır takındığı görülmektedir. Dostoyevski’nin büyük değil, hayli vasat bir yazar olduğunu, yapıtlarının tarihi ABD romanları misali çerçöpten daha önemli ve sanatsal olmadığını söyleyen Nabokov, Dostoyevski’ye ayırdığı bölümün başına “Dostoyevski’yi madara etmek için sabırsızlanıyorum” ifadesini koymuştur. Ne yazık ki Dostoyevski’nin yaşamını anlattığı bölümü tamamen tek taraflı ve çarpıtarak anlatan Nabokov, her fırsatta Dostoyevski’yi küçültmeye, yermeye uğraşmış fakat bunun için gerekli hiçbir done üretememiş ve eleştirileri nesnel ve isabetli olmaktan çok öznel ve kişisel kalmıştır. Nabokov’un Dostoyevski’ye ilişkin bu garip kişisel önyargısında, büyük dedelerinden General Nabokov’un; Dostoyevski’nin gençliğinde Çar’a suikast girişimi gerekçesiyle kapatıldığı Petro Kalesi’nin komutanı olması ve bu kötü olaylar nedeniyle Nabokov ailesinin ileride çeşitli eleştirilere uğramış olmasının katkısı olabilir. Nabokov’a göre Dostoyevski’nin yazdığı her şey kötüdür... ‘Suç ve Ceza’ “tapon bir edebi hile”dir; ‘Yeraltından Notlar’ın her bir sözcüğü “yüzde yüz banal”dir; ‘Budala’, “bir sanatçının parmaklarının dokunuşundan ziyade, sopayla indirilmiş darbeler”dir; ‘Cinler’ bir roman değil, bir piyestir; ‘Karamazov Kardeşler’ ise tipik bir dedektiflik romanından başka bir şey değildir ve “roman değil de, tuhaf bir vodvilin metni” gibidir. EN İYİSİ ‘EN KÖTÜ’ DOSTOYEVSKİ Nabakov için Dostoyevski’nin en iyi metni, -çoğu eleştirmen tarafından en kötü yapıtı olarak gösterilen- ‘Öteki’dir ve bu kitap da bir Gogol taklididir. Bununla birlikte çoğu edebiyat eleştirmeni Nabokov’un Lolita’sının büyük ölçüde Dostoyevski’nin ‘Uysal Kız’ öyküsünden etkilendiği, romandaki Humbert Humbert karakterinin ise ‘Cinler’deki Stavrogin ile ‘Suç ve Ceza’daki Svidrigailov karakterlerinden etkilenerek yaratıldığı konusunda hemfikirdir. Nabokov’un Dostoyevski’ye gösterdiği bu kişisel önyargıda Dostoyevski’ye olan büyük öykünmesinin yarattığı hayranlık ve nefret ilişkisi de etkili olmalıdır. NABOKOV’UN ZEKÂSI İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Rus Edebiyatı Tarihi’ kitabının Dostoyevski bölümü dışındaki kısımlarıysa oldukça kıymetli, özgün bilgiler ve yorumlar içermektedir. Nabokov’un zekâsı kitabın çoğu bölümüne işlemiştir ve okuyucuyu anlattığı konular üzerinde bir bilgi açlığına ve okuma heyecanına sürüklemektedir. 19. yüzyıl Rus romancılarının, devlet-eleştirmen-okuyucu üçgeni çerçevesinde izlediği seyir ve oturduğu bağlam konusunda Rus edebiyatına yeni başlayanlar için değil, fakat deneyimli okurlar için önemli bir izlek sunmaktadır. Yalın Alpay (2013) "Nabokov'dan Al Rus Edebiyatı Derslerini", Akşam Kitap, Sayı:26, s.16, 17 İlk bestelerini beş yaşında yazmış, altı yaşında Saray Konserleri’ne başlamış, on dört yaşında ilk operasını sahnelemiş ve yine o yaşta Papa’dan Şövalye nişanı almıştı. Milano seyircisi onu “il cavaliere filarmonico” (Filarmoni Şövalyesi) diye çağırıyordu. O, Mozart’tı. On sekizinci yüzyıl Avrupa’sında İngiltere ve Fransa uluslaşma sürecinde önemli adımlar atmışlar ve devletlerini büyük ölçüde merkezileştirmişlerdi. Böyle bir siyasi ortamda artık derebeylerin otoriteleri kırılmış, tüm taşra, merkeze belirgin bir itaat gösterir hale gelmişti. Böylece bu ülkelerde en önemli saraylar Londra ve Paris’teki kral sarayları olmuş, dolayısıyla sarayın ihtiyaç duyduğu müzisyenler de kendilerine en çok bu iki kentte iş bulabilmiş ve kendilerini bu sayede geliştirebilmişlerdir. Oysa aynı yüzyıl içerisinde İtalya ve Almanya’da henüz ulusal birlik kurulamamıştı ve iki ülke de minik prenslikler halindeki örgütlenmelerini merkezi ve ulusal bir devlete dönüştürmeyi ancak on dokuzuncu yüzyılda başarabileceklerdi. Çok küçük pek çok prenslikten oluşan bu topraklarda İngiltere ve Fransa’nın aksine yalnızca ulusal başkentlerde değil, her prenslik şatosunda bir saray orkestrasına ihtiyaç duyuluyor ve bu orkestralar aynı zamanda siyasi iktidarın bir göstergesi olarak da görüldüğünden önemseniyordu. Bu durum da hem saray orkestraları arasında bir rekabete yol açıyor hem de çok daha fazla sayıda müzisyen için bir geçinme ve gelişme ortamı yaratıyordu. İşte bu yüzden on sekizinci yüzyıl müziğinde Alman ve İtalyan besteciler ön plana çıkarken, İngiliz ve Fransız besteciler yeterince başarı sağlayamamışlardır. Bu dönemin en ünlü müzisyenleri olan Bach’ın Leipzig, Mozart’ın Salzburg ve Beethoven’ın da Bonn gibi taşra kentlerinde çok verimli yapıtlar verebilmelerinin nedeni de işte bu ademi merkeziyetçi yapıdır. AVRUPA’YI FETHEDEN ÇOCUK Wolfgang Mozart 1756’da Salzburg’da, Salzburg Sarayı’nda saray besteciliği ve aynı zamanda Saray Şapel’inin maestro yardımcılığını yapan bir babanın oğlu olarak doğdu. Babası Leopold Mozart’ın Keman üzerine kaleme aldığı kitap da uzun yıllar boyunca Avrupa’da temel başvuru kaynakları arasında sayılmıştır. Dolayısıyla küçük Wolfgang’ın büyük yeteneği keşfedilebilmek için uygun bir aileye sahipti. Kısa parçaları dört yaşındayken klavsenle kusursuz şekilde çalmaya başlayan Mozart, beş yaşında ilk bestelerini verdi. Onun bir “harika çocuk” olduğu artık anlaşılmıştı fakat Salzburg bu deha için çok küçük ve periferide bir yerdi. Mozart’ın dünyaya açılması gerekiyordu. İşte bu noktada babası devreye girdi ve küçük Mozart bir harika çocuk olarak neredeyse tüm Avrupa’yı babasıyla dolaşarak tüm saraylarda konserler vermeye başladı. İlk olarak altı yaşında Münih Sarayı’nda konser veren Mozart, aynı yıl içerisinde Viyana Sarayı’nda İmparator tarafından kabul edilmiş ve çok başarılı geçen konserinin ardından İmparatoriçe ise Mozart’a pek çok hediyeler vermişti. Ertesi yıl Almanya’nın pek çok kentinde konserlerine devam eden Mozart, Paris’te Fransa Kralı’na çalmış ve burada dört yapıtı basılmıştı. Sekiz yaşında ise Londra’da İngiltere Kralı’na üç konser vermişti. Salzburg’a dönüş yolunda Mozart çağrılar üzerine Hollanda’da konserlerine devam etmiş, bunu İsviçre’deki konserler izlemiştir. Bu dönemin neredeyse pek çok Avrupa gazetesi günlerce Mozart’ı yazmış, Avrupa bu küçük harika çocuktan bahsetmiştir. Fakat tüm bu konser trafiği Mozart ailesinin ülkeler arası seyahatlerinde ve konaklamalarında harcadıkları parayı karşılamadığı için, çocuk Mozart’ın büyük yeteneği maddi imkansızlıklar yüzünden yeniden baba Mozart’ın daimi işinin olduğu kente, Salzburg’a sıkışıp kalacaktır. İLK BAĞIMSIZ MÜZİSYEN On dört yaşında Viyana Sarayı için yazdığı ilk operası Salzburg’da sahnelenen Mozart, aynı yıl Roma’da Papa’dan Altın Mahmuz Şövalye Nişanı almış, Bologna’da da ünlü Accademia Filarmonica’ya kabul edilmiş, Milano’da sahnelenen bir başka operaya imza atmıştır. Mozart bu başarılı İtalya yılının ardından ikinci adı olan Theophilus’i İtalyanca çevirisi olan Amadeus (Tanrı’nın Sevdiği) olarak kullanmaya başlamış ve o tarihten itibaren Wolfgang Amadeus Mozart olarak anılmıştır. Fakat bunca yeteneğine ve şöhretine rağmen Mozart bir türlü bir Avrupa Sarayı’nda daimi bir iş elde edememiş ve bu nedenle de her başarılı turnesinin ardından yine zorunlu olarak Salzburg’a dönmek zorunda kalmıştır. Salzburg’da yirmi üç yaşında Salzburg Prensi’nin orgculuğuna atanan Mozart, Salzburg’da iyice mutsuzdur, yeteneği burada kabul görmemekte, yemeklerde uşaklarla aynı masaya oturtulmakta, sıradan bir saray hizmetkarı olarak algılanmaktadır. Mozart babasının itirazlarına rağmen Salzburg’daki hazır işinden istifa eder ve Viyana’ya giderek burada kendisine riskli bir yol seçer. Mozart’tan önce hiçbir besteci bir saraya bağlı olmaksızın, yalnızca serbest çalışarak geçinmeyi denememiştir. Bu anlamda Mozart bağımsız bir müzisyenin ilk örneği olarak Viyana’ya taşınır ve bu isteğinin bedelini de yaşamının sonuna değin para sıkıntısı çeken bir deha olarak öder fakat ödülünü de o güne değin yazılmamış, yazılamamış ve sonra da yazılamayacak olan muazzam besteleri yaratarak alır. Peşpeşe Zaide, Saraydan Kız Kaçırma, Figaro’nun Düğünü, Kadınlar Böyle Yapar ve Sihirli Flüt gibi olağanüstü operalar yazacaktır. Yığınla borç içinde, otuz beş yaşında hayata gözlerini kapattığında geride 600’den fazla yapıt bırakmış olan Mozart’ın, o dönemin her yoksulu gibi toplu bir mezara gömüldüğü için mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. İKİ MOZART PORTRESİ Ülkemizde geçtiğimiz ay içerisinde iki adet Mozart biyografisi birden yayınlandı. Yapı Kredi Yayınları’nın yayınladığı “Mozart – Tanrıların Sevdiği” Michel Parouty tarafından kaleme alınmış. Derli toplu bir şekilde yazılmış bu biyografinin içerdiği nadir bulunan resimler ve baskı kalitesi, yapıtı diğer Türkçe Mozart biyografilerinden bir adım öne çıkarıyor. Bununla birlikte Can Yayınları’ndan ikinci baskı olarak çıkan ve Aydın Büke tarafından yazılmış olan “Mozart Bir Yaşamöyküsü” daha kapsamlı ve daha iyi kurgulanmış bir metin. Yalın Alpay (2013) "Mozart: Filarmoninin Yoksul Şövalyesi", Akşam Kitap, Sayı:25, s.22 Sartre'a göre insan sürekli kaygı içindedir zira tamamıyla anlamsız bir dünyaya, neredeyse istediği her anlamı verebilecek sınırsız bir seçme özgürlüğüne sahiptir fakat seçimlerinin hiçbir anlamı yoktur. Neredeyse Antik Yunan'dan yirminci yüzyılın ortalarına değin, dünyada Yunan mitolojisinin pek önemli bir yeri vardı. Tanrıların dünyasında geçen bu efsaneler yalnızca dinlemesi hoş öyküler değil; insanlığın gizli tuttuğu duygularının, isteklerinin ve en önemlisi kişinin rasyonel anlatıyla dile getiremeyeceği durumların dışa vurulduğu toplumlar üstü bir referans metinler yumağıdır. Aydınlanma her şeyi akla indirgemeye çalışmış olsa da, akıl çoğu şeyi açıklayamamaktadır. Bir insanın günlük davranışları ve eylemlerini Hegelci bir rasyonellik yerine varoluşçu bir irrasyonellik daha iyi betimlemektedir. 20. yüzyılla birlikte sinemanın, televizyonun, romanın, tiyatronun ve diğer kitle iletişim araçlarının inanılamayacak bir hızla gelişmesi sayesinde, pek çok yeni öykü ve pek çok yeni öykü anlatma biçimi ortaya çıktı. Bu süreçte mitolojinin büyük tekeli kırılmış ve insanların ortak bellek ve duygularına gönderme yapan mitolojik metinler çağdaş metinlerle yer değiştirmiştir. 20. yüzyılın ortalarında Fransa'da tepe noktasına ulaşan Varoluşçuluğun en ünlü ve hayranlık uyandırıcı temsilcisi olan Jean Paul Sartre da 'saçma' bulduğu dünyayı anlatırken, saçmanın irrasyonel olması nedeniyle zorunlu olarak irrasyonel anlatıları kullanmıştır. Sartre'ın Varoluşçuluk felsefesi bağlamındaki başyapıtı 'Varlık ve Hiçlik', aklın kategorilerine göre değil, varlığın kategorilerine göre yazılmıştır ve kişinin dünyayı algılaması buna uygun olarak içten dışa doğru değil, dıştan içe doğrudur. Her bir felsefi önerme ve kavram, tıpkı mitolojide olduğu gibi çeşitli öykülemelerle verilmiştir: Yirminci yüzyılın bu belki de en muhteşem felsefe kitabının bazı bölümlerini bir garsonun tavırlarını, bir eşcinsel ile bir dürüstlük şampiyonunun sohbetini, ilk buluşmalarına çıkan bir kadın ve bir adamın davranışlarını betimleyerek kaleme almıştır. İşte tam da bu tavrı yüzünden Sartre yalnızca felsefe kitapları yazmadı ve felsefesini daha iyi anlatabilmek, öyküleyebilmek için roman, öykü ve tiyatro dallarında da yapıtlar verdi. Varlığı bilinçli varlıklar ile bilinçsiz varlıklar olarak ikiye ayıran; 'kendi için varlık' adını verdiği bilinçli varlıklar kategorisine yalnızca insanları ve 'kendinde varlık' adını verdiği bilinçsiz varlıklar kategorisine de insanın dışındaki tüm varlıkları yerleştiren Sartre'a göre, aslında varlığın hiçbir anlamı yoktur. Bununla birlikte 'kendi için varlık'ın anlam yaratma kapasitesi vardır. Bu durum Sartre'a göre insan açısından kaygı verici bir durumdur, zira tamamıyla anlamsız bir dünyaya, neredeyse istediği her anlamı verebilecek bir varlık olan insan (kendi için varlık) sınırsız bir seçme özgürlüğüne sahiptir ve aslında temelde seçimlerinin hiçbir anlamı yoktur. İnsanın seçimlerinin hiçbir anlamı olmamakla birlikte, Sartre felsefesinde insan anlamsız olan tüm bu seçimlerinden sonuna değin sorumludur. Yani kişi anlamsız bir dünyada, anlamı olmayan seçimler yapmak zorunda bırakılmakta ve sonra da yaptığı bu seçimlerden dolayı başına gelecek olan her şeye katlanmak durumunda kalmaktadır. Oysa Sartre'ın düşünsel evreninde, dünyada gerçek bir anlam bulunmadığı ve genel geçer kurallar ve yasalar olmadığı için, kişinin sınırsız seçme özgürlüğü hakkında aslında hiçbir rehber yoktur ve insan dünya karşısında yapayalnızdır. Ne akıl, ne de inanç ona gerçeği ya da doğruyu gösterebilir, insan bu dünyada 'fazladır' (de trop) ve Heidegger'in deyimiyle 'dünyaya fırlatılmıştır'. Sartre'ın tanrı tanımaz felsefesinde 'gökler boştur' ve bir Tanrı da olmadığı için, kişiye yol gösterebilecek hiçbir şey yoktur. Bu dünya tümden saçmadır. Sartre felsefesinde insan için yol gösterecek hiçbir şey olmadığı gibi, insanın bir öz'ü de yoktur. Sartre'a göre insanın bir öz'ü olsaydı, insanın sınırsız bir seçme özgürlüğü olamazdı, zira insan tüm seçimlerini kendi öz'üne göre seçerdi ve bu nedenle de yaptığı seçimlerden sorumlu tutulamazdı. Ünlü 'Varoluş öz'ü önceler' sözüyle Sartre insanoğlunun ele avuca gelen bir nüvesinin de olmadığını iddia ederek, kişinin kendi kendisini kurması gerektiğini savlamıştır. Dolayısıyla Sartre'ın insanı; saçma bir dünyada, tamamıyla yalnız başına kendi kendisini kurmak zorunda kalan ve dışarısını kendi istediği gibi anlamlandıran ve dahası her gün tüm bu kurmacalarını yeniden, en baştan yapmak zorunda kalan bir varlıktır. İşte tam da bu nedenle Sartre'ın felsefesi akla dayalı soyut felsefi çıkarımlarla değil, fenomenleri betimlemek yoluyla dillendirilebilir ve aktarılabilir. Bu yüzden Sartre kendi felsefesini, betimleme yapan ağır felsefi yapıtlarıyla olduğu kadar, aynı zamanda da roman, öykü ve tiyatro metinleri olarak işlemiştir. Ahmet Bozkurt'un kaleme aldığı 'Varlık Tutulması' (Ayrıntı Yayınları) Sartre'ın tiyatrosunda varlık ve hiçliği inceleyerek önemli ve özgün bir konumda duruyor. Bununla birlikte kitap çoğunlukla güç anlaşılan, Sartre'ın en temel kavramlarından bahsederken dahi, zaman zaman kendisini açmayan bir yapıt görünümü sergiliyor. Emel Binbirçiçek Akdeniz'in 'J.P.Sartre'da Yabancılaşma Fenomeni' (Karakoyun Yayınları) adlı çalışması Sartre'ı daha anlaşılır dille anlatmakla birlikte, felsefesini fazla indirgiyor ve kaynakçası biraz dar. Zeynep Direk'in Gaye Çankaya ile birlikte hazırladığı 'Jean Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak' (Metis Yayınları) adlı kitap Sartre'ın geç dönem düşüncesi üzerine sekiz makaleden oluşuyor ve çok iyi makaleler içeriyor. Özellikle Zeynep Direk'in 'Bir Entelektüel Olarak Jean-Paul Sartre' başlıklı makalesi önemli bir referans noktası. Yalın Alpay (2013) "'Varlık ve Hiçlik' ve 'Saçmalık' için Sartre Rehberi", Akşam Kitap, Sayı:24, s.20 Postmodernizmin temelindeki düşünce, dünyanın özneye tek bir biçimde değil, pek çok farklı perspektiflerden göründüğü ve her bireyin de dünyayı farklı bir yerden konumdan algıladığı için yeryüzünün aslında birbirini tutmayan düşünceler ve algılayışlar yumağı olduğudur. Postmodernizmin edebiyattaki yankısı ise, çok sesli roman olmuştur. Özellikle on dokuzuncu yüzyılın romanları ile günümüzün romanları arasında yapılacak üstün körü bir karşılaştırma bile aradan geçen süre zarfında yaşanan kırılmanın ne denli büyük olduğunu gözler önüne sermektedir. On dokuzuncu yüzyıl romanlarının tek perspektifli anlatıcısı olan yazar, kendi perspektifini tüm romana yayar, romandaki tüm kahramanların ne yaşadıklarını tüm ayrıntılarına değin bilir, belli bir görüş çerçevesinde aktardığı olayları, tek bir ahlak üzerinden süzer ve kahramanların bütün yaptıklarının yanı sıra, onların iç dünyalarını da kendi yorumuyla okuyuculara sunardı. Tek sesli bu monoton, ahlakçı ve didaktik romana en keskin devrimi getiren romancı yine bir on dokuzuncu yüzyıl romancısı olan Dostoyevski olmuştur. Dostoyevski ile birlikte romana çok seslilik girmiş, her karakterin farklı bakış açısı, yazarın taraf tutmayan kaleminden sonuna değin savunulmaya başlanmış, roman sanatına yepyeni bir soluk gelmiştir. Dostoyevski’nin romanın içeriğine dair bu büyük devriminin biçimsel kanadını ise yirminci yüzyılın başında Faulkner inşa etmiştir. Faulkner’le birlikte çok sesli roman, aynı zamanda çok anlatıcılı bir romana dönüşmüştür ve her karakterin aynı olayları kendi perspektiflerinden anlatmasıyla roman çatışan perspektiflerin bir metni haline gelmiştir. Bu yeni biçimde artık yazar metninin tek tanrısı değildir ve tüm metin okuyucu ile birlikte inşa edilmektedir. Günümüz dünyasında bu yazım biçiminin en yetkin uygulayıcısı Nobel ödüllü Orhan Pamuk’tur. Reha Çamuroğlu’nun yeni yayınlanan Nazar adlı romanı da çok anlatıcılı ve her anlatıcının kendi perspektifini sunduğu bir kurmaca. On altıncı yüzyıl İtalya’sında cadılar, kilise, mezhepler ve isyan eden halk arasındaki çatışmaları ele alan Nazar, her bir çatışmacı sınıftan birer temsilciyi konuşturuyor ve herkes kendi perspektifini ortaya koyuyor. Kurmaca konusunun son derece ilginç olmasına karşın, kitap, karakterleri ve olayları yeterince derinlemesine işlemediği için bir romandan çok uzun bir öykünün özelliklerini gösteriyor. Ve biçimsel olarak çok anlatıcılı olmasına karşın, Nazar’da çok seslilik yer almıyor. Anlatıcılar kendi perspektiflerinden konuşsalar da yazar karakterleri arasında tarafsız durmuyor ve on dokuzuncu yüzyılın romanlarındaki yazarlar gibi belli bir ahlaki süzgeç kullanarak didaktiklikten kaçamıyor. Bununla birlikte son derece kolay ve zevkle okunan, sürükleyici ve ilginç bir yapıt olarak Nazar, bu yılın popüler kitaplarından birisi olacaktır. Yalın Alpay (2013) "Çamuroğlu Bu Kez İtalya'da...", Akşam Kitap, Sayı:24, s.16 İntihar bir kaçış yolu olarak kullanıldığı gibi, onur, inanç, isyan araçları olarak da sıkça kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Bununla birlikte intiharın az bulunan ve hem en basit hem de en karmaşık güdülenmelerinden birisi felsefi olanıdır. “Yaşamak bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır.” Ortega y Gasset Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da yaşayanlar, dünyada eşi benzeri görülmemiş büyüklükte iki dünya savaşı ile sarsılan kıtada, tüm temel hak ve özgürlüklerinden, en başlıca kişisel gereksinimlerinden yoksun, ölümün gölgesinde bir ömür geçirdiler. Bu savaşlarda harp yalnızca cephelerde sürmüyordu. Ceset ve yanık insan eti kokan savaş meydanlarında, mevzilerde insani şartlardan tamamen uzakta, korkunç yaşamlar süren askerlerin yanı sıra, cephe gerisindeki şehirlerde ve köylerde yaşayan siviller de her an işgal edilme korkusu ile birlikte ekonomik kıtlığı yaşıyor, düşman askerleri kadar bir de kendi ulusundan olan karaborsacılarla, fırsatçılarla ölüm kalım mücadelesi veriyordu. İki dünya savaşı sırasında doğrudan savaş nedeniyle Avrupa’da toplam can veren insan sayısı 55 milyondur. Bu felaket döneminin insanları en ilkel fiziki ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlardı. Bununla birlikte kişi yalnızca bedenden ibaret değildir. Barınmanın, beslenmenin, giyinmenin ve üremenin yanı sıra, insanı insan yapan umutlar, hayaller, idealler, ait olma, sevilme, sevme, kimlik oluşturma, başarma, kendini adama gibi pek çok sosyal ve psikolojik gereksinimler vardır. Savaş bedenleri parçaladığı gibi, ruhları da darmadağın ediyordu. Kişinin dünya üzerindeki varlığı, hayattaki mevcudiyeti tüm bağlarından koparılmış ve bütünüyle anlamsızlaşmıştı. Yaşanılan zorlukların, çekilen acıların, verilen kayıpların mantıklı bir nedenini bulmak ya da göstermek mümkün değildi. Anlamın olmadığı yerde yaşam da manasızlaşıyor, yaşayabilmek için, uğrunda savaşılmasına ya da yaşanmasına değer bir şeylerin yokluğu hissi insanları birbirine yabancılaştırıyor, kişinin kendisini bu dünyada, dönemin ünlü Fransız felsefecisi Sartre’ın söylemiyle “fazladan” (de trop) bir şey haline getiriyordu. “İnsan dünyaya fırlatılmıştır.” Martin Heidegger Bu fazladanlık tecrübesi bir kişiden bir başkasına doğrudan aktarılamadığı için de, Avrupa’nın tüm insanları bu acı deneyimi milyonlarca kez yeni baştan yaşamak ve hayatın anlamsızlığı içerisinde, bir umut, bir mana aramak ve bulur gibi olduğunda onun için savaşmak, sonunda da giriştiği savaşı zorunlu olarak kaybetmek durumunda kaldılar. Kendi isteğinin dışında dünyaya gelmiş ve bu acıların ve anlamsızlığın içine batmış kişidir sıradan bir dönem Avrupalısı. İşte böyle bir ortamın göbeğinde, sıradan bir İspanyol’un yaşamla mücadelesinde hem fiziksel hem de ruhani gereksinimlerinin altında nasıl ezildiğinin, bulduğu ideallerde birlikte yürüdüğü arkadaşlarının, kendi ideallerine nasıl ihanet ettiklerinin, insanların, ülkelerin, piyasaların birbirlerini nasıl acımasızca yok etmeye giriştiklerinin ve bu ortam içerisinde, bu bireyin nasıl o ortamın tutsağı olduğunun ve sonunda da bu ortamdan kurtulmak için nasıl bir yöntem bulduğunun öyküsüdür Uçma Sanatı. “İnsan özgürlüğe mahkumdur.” Jean P. Sartre Romanın kahramanı Antonio, romanın en başından beri bir konuya odaklıdır: özgürlük. Köyde başlayan yaşamında, ailesi özellikle de babası onun iradesi üzerinde mutlak bir hegemonya kurmuş ve Antonio’nun tüm özgürlüğünü elinden almıştır. Pazar ekonomisi ilişkilerinin köye sızmasıyla birlikte, toprak yalnızca aileye üretim yapan bir üretim aracı olmaktan çıkarak, pazar için üretim yapan bir enstrümana evrilmiştir. Bu durum da, toprağın mülkiyetine ilişkin ciddi sorunları doğurmuş, köylüler birbirlerinin topraklarına tecavüzlere yeltenince, sınır taşları bile olmaksızın, özgürce serili topraklara, her bir kişinin mülkiyetinin koruyucusu olarak yüksek duvarlar çekilmiş ve köy bir anda çıkışı olmayan bir labirente dönüşmüştür. Adı TaşÇiçek olan bu köy, edebi anlamda, köyün taş olma ve çiçek olma potansiyelini aynı anda taşıdığını gösterir. Antonio’nun çocukluğunda bu potansiyellerden taşın galip geldiğini ve köyün bir taş duvar çöplüğüne döndüğünü görürüz. Antonio bu ortamda kendi özgürlüğünü yaşamaya, kendisini özgür kılmaya uğraşır. Hayaller kurar, kendisine bir düş ortağı bulur fakat tüm hayalleri yıkılır, düş ortağı ise, ortak düşlerinin peşinde koşarken daha çocuk yaşında ölür. Antonio daha on yaşına gelmeden köyden kurtulup, “uçabilmek” için şehre, dayısının yanına kaçar. Birkaç aylık berbat bir deneyimden sonra, dayısının işi kapatması sonucu yeniden baskıcı babasının evine, taş duvarlarla örülü köyüne döner. Antonio özgürlüğüne kavuşmak için çabalamakta, elinden geleni yapmakta fakat otoritenin, baskıcılığın cehenneminden ruhunu bir türlü kurtaramamaktadır. O cehennemin nedenini tüm kitap boyunca türlü kereler, farklı şehirlerde, farklı cephelerde ve farklı ülkelerde yeniden yeniden deneyimleyecektir Antonio. Ve sonunda da o cehennemin kaynağını ve nedenini anlayacaktır: başkaları. “Cehennem başkalarıdır.” Jean P. Sartre Romanın başından sonuna değin, Antonio’nun kendi özgür iradesini yaşama geçirmeye çalışmasını ve bağımsızlık için elinden geleni yapmasını okuruz. Fakat Antonio yaşamının hiçbir devresinde bunu başaramaz. Köyden kaçtığında, şehirde çalışmaya başladığında, milislere katılıp savaşa gittiğinde, esir kampına düştüğünde, kaçakçılık ve karaborsacılık yaptığında, şirket kurduğunda, evliliğinde ve hatta sonunda gittiği huzurevinde bile Antonio hep başkalarının kendisini savurduğu cehennemde yaşamak zorunda kalmış, başkalarınca özgür iradesi hep bastırılmıştır. Özgür iradesini yaşama geçirebilmek için, Antonio başkaları ile mücadele etmesi gerektiğinin farkına erken yaşlarda varmıştı. Fakat bu mücadeleyi gerçekleştirebilmesi için, kendisine seçim yapmak üzere (özgür iradenin kökeninde sürekli olarak seçim yapmak vardır) bir takım değerler, ilkeler ve idealler belirlemeliydi. Antonio bunu yapmış ve bu uğurda canını ortaya koyarak cephede bile savaşmış, başka ülkelerde kaçak olmayı göze almıştır. Bu uğurda değer, ilke ve ideal ortakları, yoldaşları edinmiştir. Bununla birlikte roman boyunca Antonio’nun yoldaşları onu ya ölerek, ya değerlerine ihanet ederek, ya da bizzat Antonio’ya ihanet ederek onun kendi değer yargılarını hiçleştirmişlerdir. Uçmak isteyen Antonio’nun tutamak noktalarını ortadan kaldıranlar hep bu başkaları olmuştur. Antonio da sonunda tutamaksız kalmış ve kendi değer yargılarının aksine işlerde de bulunmuş fakat sonunda yine dönüp dolanıp, başka bir tutamak bulamadığı için eski değer yargılarına sığınmış, bir yandan da yaşamının boşa geçmiş bir hayaller ve değerler ürünü olmaması için buna gayret etmiştir. Antonio, bir türlü anlam veremediği ve manasız bulduğu yaşam mücadelesinde bir tek şeyin peşini hiç bırakmamış ve hep ona özenmiştir: özgürlük yani uçma sanatı. Ve doksan yılın sonunda, onu nerede bulacağını anlamıştır: başkalarının olmadığı bir yerde. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar.” Albert Camus İntiharın, kişinin başarısız yaşamından bir kaçış olduğuna dair yaygın bir görüş vardır. Bununla birlikte intiharın tarihi bize çok daha farklı şeyler söylemektedir. İntihar bir kaçış yolu olarak kullanıldığı gibi, onur, inanç, isyan araçları olarak da sıkça kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Bununla birlikte intiharın az bulunan ve hem en basit hem de en karmaşık güdülenmelerinden birisi felsefi olanıdır. Bu güdülenmeye göre kişinin yeryüzündeki yaşamının acı ya da zevk dolu olması, mutlulukla ya da mutsuzlukla geçmesi, sıradan ya da olağanüstü bir hayat olması önemsizdir. Felsefi intihar kararında önemli olan kişinin kendi felsefi ve inançsal varsayımlarına göre dünyanın anlamlı olup olmaması ve bu anlamlı ya da anlamsız bulunan dünyada yaşamanın felsefi olarak yaşamaya değer bulunup bulunmamasıdır. Antonio’nun bir tanrı inancı yoktur, bu nedenle yaşam onun için yeryüzünden ibarettir ve bir öte dünya yoktur. Bu onun inançsal varsayımıdır. Antonio’nun felsefi varsayımı ise, mutlak özgürlüktür. Buna göre Antonio için ulaşılması gereken yer mutlak özgürlüktür ve bu özgürlüğün vaat edildiği bir öte dünya algısına da sahip değildir. Bu yüzden onun özgürlüğü elde etmesi gereken yer bu dünyadır. Antonio da tüm yaşamı boyunca bu idealin peşinden koşar, zaman zaman para için bu idealinden şaşar gibi olur ve bunu fark ettiği anlar derhal o işini bırakarak kendisini yeniden mutlak özgürlük idealine verir. Fakat çevresindeki tüm toplumsal edimler ve başkaları yüzünden bir türlü bu mutlak özgürlük düşüncesini gerçekleştiremez. Birlikte yola çıktığı arkadaşları bile bu uğurda ya ölürler ya da düşüncelerinden vazgeçerek, tam da karşısında durdukları anti-ideallerine kapılırlar. Antonio’nun bu dünyada cehennem hayatı yaşamasının bu anlamdaki tek nedeni başkalarıdır. Her şey özgürlüğün karşısındadır. “Özgürlük kişiye şahdamarı uzaklığındadır.” Seneca Antonio bir korkak değildi. Yaşamı boyunca idealini gerçekleştirmek için elinden geleni yaptı ve sonunda da ihtiyar, elden ayaktan düşmüş bir 90’lık idealist olarak kendi felsefesi için gerekli olan şeyi düşünüp taşındı, buldu ve tasarladı. Toplumun ve başkalarının baskısını, kendi bedeni ve zihni üzerindeki otoriterliğini yok etmek, toplumun edilgen bir dişlisi olmak yerine, tüm kararlarını ve sorumluluklarını yalnızca kendisinin belirleyeceği bir birey olmak için, özgür olmak için, uçma sanatına erişmek için geriye kalan tek seçeneğe yöneldi. Antonio’nun yaşamının son eylemi bir kaçış değil, meydan okuyuşların en yükseği, en üst mertebesiydi. O özgür ve birey olabilmek için, bir kişinin altından kalkabileceği en zor işe girişti. Bir anlık bir kurtuluş çabasıyla, refleksle yapılmış, daha işlendiği an pişman olunmuş bir eylem değildi onun girişimi. Tamamıyla düşünülmüş, planlanmış, uygulaması güç olan, emek ve adanmışlık isteyen bir eylemdi. Antonio özgür bireyliğini kurmak için, kendisini yok etmeyi seçti ve kendisini uçma sanatının kollarına bıraktı. Mutsuz bir yaşam geçirdi ama mutlu öldü. Yalın Alpay (2012) "Antonio'nun Esareti" Gölge, Sayı:63, ss.22-24 1.ÇROP Çizgi Roman İnceleme Yarışması İkincilik Ödülü Bütün Avrupa yirminci yüzyılın ilk yarısında ırkçılık teorisi ile sarsılırken ve arı ırk oluşturabilmek için, bazı ırkların, bazı ırkları dev fırınlarda yakıldığına şahit olurken, bu durumun edebiyat ve çizgi roman dünyasında da pek çok izdüşümü gerçekleşti. Çizgi romanla ancak Milliyet gazetesi 1989’da hafta sonlarında Tenten çizgi romanlarını dağıtmaya başlayınca tanıştım ve her macerasında dünyanın farklı bölgelerine giden Tenten’i daha ilk macerasını okur okumaz çok sevdim, ondan çok şey öğrendim. Gazap Üzümleri’nin, Suç ve Ceza’nın, Vahşetin Çağrısı’nın karanlık havası yerine, pozitif, aydınlık, mutlu bir dünya vardı Tenten’de. Bu yüzden benim için bu Belçikalı çizgi roman kahramanı, kitap sayfaları bağlamında ruhun derin karanlıklarından, yeryüzünün görünen ve aydınlık yerlerine bir geçiş oldu. Çocuk dimağım için edebiyatı bir çöküş, bir hayal kırıklıkları trajedisi olmaktan çıkaran Tenten’in, elbette edebi yönü kuvvetli değildi. Fakat o zamana değin okuduğum kitapların aksine yaşama ilişkin bir merak, bir varolma isteği uyandırmıştı bende. Ve en önemlisi, Tenten, dünyanın farklı yerlerinde, farklı insanların bulunduğunu gösteriyordu. Coğrafya değiştikçe, “öteki”ler ortaya çıkıyordu. Ve Tenten’in benim o çocuk bilinçaltımda uyandırdığı şey, Tenten’in ve onun yaşadığı ülkenin insanlarının üstün, dolaştığı Bolivya, Çin, Arabistan, Kongo ve Tibet gibi ülkelerin insanlarının aşağı olduğuydu. Irkçılık, fiziksel görünüş farklılıklarının, insanlar arasında üstünlük ve aşağılık belirten bir hiyerarşi yarattığına dair geliştirilmiş bir inancın adıdır. Üstünler ve aşağılar arasındaki hiyerarşiyi fiziksel görünüşün belirlemesi teorisi, kaderci ve durağan bir bakış açısına işaret eder. Zira eğer fiziksel görünüş herşeyi belirliyorsa ve bu görünüş de, genetik aracılığıyla üretiliyorsa, insanlar arasındaki hiyerarşinin hiçbir kültürel enstrümanla ya da çalışmayla değiştirilemez ve alt edilemez. Böyle bir toplumsal düzende, değişmeyen efendiler ve köleler vardır ve kölelerin de asla bir isyan aracılığıyla kendi alt konumlarından kurtulmaları mümkün değildir, zira herşey genetikte saklıdır ve genler de değiştirilememektedir. Bize bu teori bugün hiç anlamlı gelmese de, neredeyse bütün bir 19’uncu yüzyılın bu düşünce ile dolu olduğunu ve bu görüşün en çok da bilim adamları tarafından savunulduğunu hatırlamamız gerekir. Daha acı olanı ise, II. Dünya Savaşı sırasında, yani günümüzden yalnızca 65 yıl önce bu düşünce yüzünden tam 55 milyon insanın can vermesi ve tüm Avrupa’nın yerle bir olmasıdır. Bütün Avrupa o yıllarda ırkçılık teorisi ile sarsılırken ve arı ırk oluşturabilmek için, bazı ırkların, bazı ırkları dev fırınlarda yakıldığına şahit olurken, bu durumun edebiyat ve çizgi roman dünyasında da pek çok izdüşümü gerçekleşti. Belçikalı bir çizgi romancı olan Georges Rémi’nin yarattığı ve Herge ismiyle imzaladığı Tenten (Tintin) karakterinin de özellikle ilk defa 1930-1931 arasında Belçika’nınLe Vingtième Siècle gazetesinde yayınlanan Tenten Kongo’da adlı çalışmada ırkçı düşünceyi lanse ettiği çeşitli kereler dile getirildi ve bu kitap sonunda birkaç yıl önce mahkemelik oldu. Kongo 1930’larda Belçika’nın bir sömürgesiydi ve Belçikalılar Kongolulara karşı ciddi bir ırkçı tutum sergiliyorlardı. Kongo’da yaşayan Belçikalılar, ülkenin neredeyse hiçbir kaynağını yerli halkla paylaşmadıkları gibi, sosyal yaşamda da, onlara pek çok yasaklar getirmişlerdi. Beyazlarla siyahlar arasında fiziksel görünüşe dayalı olarak kurulmuş hiyerarşide, beyazlar kesin bir şekilde “efendi”, siyahlar ise “ikinci sınıflar”dı. Tenten Kongo’da çalışması da, aslında mevcut bu durumu belirli şekillerde kağıda geçirmekten başka bir şey yapmıyordu. Herge’nin sistemli bir ırkçı tutumu söz konusu değildi fakat bugünden bakıldığında Tenten Kongo’da çizgi romanını ırkçı temayüller içeren bir kitap olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bugün okuduğumuz Tenten Kongo’da çizgi romanı ile 1930’da çizilen kitap aynı kitap değildir. 1930’da çizilen kitap siyah beyazdı ve çizim tekniği oldukça gerideydi. Öykünün anlatılış biçiminde de bugünkü versiyona göre çeşitli farklar vardı. 1946’da yeniden çizilen ve 1975’te bu yeniden çizime de çeşitli düzeltmeler yapılan kitap, böylece son halini aldı. 1930’un kitabında siyah Kongolular, Belçikalı beyaz Tenten’e “Master” yani “Efendim” diye seslenirlerken, modern versiyonda bu sözcük “Mister” yani “Bayım” halini almıştır. “Efendim” sözcüğü hiyerarşik bir duruma gönderme yaparken, “Bayım” sözcüğü bir nezaket kelimesidir. Dolayısıyla ilk hitabet ırkçı bir pozisyona denk gelirken, ikinci hitabette böyle bir durum yoktur. Yine kitabın ilk versiyonunda, küçük Afrikalı çocuk Tenten’le ilk tanıştığında ona “Efendim” diye seslenirken, Tenten’in köpeği, Afrikalı çocuk için “He doesn’t look very bright!” (“Pek de akıllı görünmüyor!”) diyerek Afrikalılara karşı mevcut olan Avrupalı düşüncesini açığa vurmuştur. Bu konuşma balonu da Tenten Kongo’da’nın modern versiyonunda kaldırılmıştır. Bir başka sayfada ise, Tenten hatalı araba kullandığı için tren yolunda kalır ve tren de Tenten’e çarpmamak için ani bir fren yaparak devrilir. Tenten, devrilen trenden dışarı çıkan Kongolulardan özür dileyeceği yerde onlara “Be quiet!… We’ll mend your rotten little engine for you!” (Sessiz olun! Berbat küçük motorunuzu sizin için onaracağız!” der ve köpeği de onu “Yes, rotten little thing” (Evet, berbat küçük şey) diyerek onaylar. Hemen altındaki karede Tenten kazazede Kongolulara “Come on, to work!” (Hadi bakalım, çalışın!” diye emir vererek, beyaz adamın, siyah adam karşısındaki emir veren konumunu ortaya koyar. Kongoluların buna verdiği karşılık ise “Me tired!” (Ben yorgunum) dur. Yani Kongolu başına ne gelirse gelsin çalışmayacak bir tembel olarak resmedilmektedir. “Aren’t you ashamed to let a dog do all the work?” (Tüm işi bir köpeğe yaptırmaya utanmıyor musunuz?) diyerek emir yağdırmayı sürdüren Tenten’e kendi köpeği “Come on you lazy bunch, get working…” (Hadi bakalım sizi tembel güruhu, işe koyulun) diyerek destek verir. Tenten eliyle devrilen lokomotifi göstermekte fakat kendisi işin ucundan tutmamakta ve yalnızca emir vermektedir. Tutumu “efendi” beyaz adam ile “köle” siyah adam anlayışına denk gelmektedir. Ardından da Kongolular lokomotifi zorlanarak kaldırmaya çalışırlarken Tenten iki elini beline koyarak “Are you going to work, eh?” (İşe koyulacak mısınız, ha?) diyerek ırkçı söylemi neticelendirir. Tenten’in çizdiği beyaz adam portresinde, beyaz adamın suçu olmasına karşın, yaralanmış Kongolular hiçbir özür duymadıkları gibi aşağılanmışlar, çalıştırılmışlar ve yardım görmemişlerdir. Burada deri renginden doğan bir ırkçı anlayışın izleri bulunmaktadır. Bir başka karede ise, Kongolu büyücü kendi halkından “stupid people” (aptal halk) olarak söz etmektedir. Başka karelerde ise yerli halk Tenten’in kendisine ve daha sonra da Tenten’in ve köpeğinin heykellerini yaparak onlara tapmaktadırlar. Burada Afrikalıların Avrupalılara tapması gerektiği fikri kendisini göstermekte ve yine iki ırk arasında ciddi bir hiyerarşi ortaya konulmaktadır. Bu tapınma karelerinden birisinde, Tenten kendisine tapanlara yine yukardan bakan bir şekilde “Enough, enough” (Yeter, yeter) derken, köpeği de aynı Kongolulara “What about me?…” (Ya bana?…) diyerek Afrikalıların kendisine de tapması gerektiğini dile getirmektedir. Bu düşünüşe göre bir beyazın köpeği, siyah bir insandan üstündür ve siyah insanın, beyaz insanın köpeğine bile tapması gerekmektedir. Nitekim aynı çizgi romanın daha sonraki sayfalarından birinde Tenten’in köpeğinin bu isteği de gerçekleşir ve siyah Kongolular, beyaz bir Belçikalının köpeğine taç takarak onu kralları ilan ederler ve ona her konuda boyun eğerler. Tenten’in köpeği ise tacı başına takar ve siyah Kongolulara “Approach, my loyal subject!” (Yaklaş benim sadık kulum!) deme hakkını kendisinde görür. Buradaki örtülü düşünce, bir Kongolu’nun, bir beyazın köpeğinin bile ancak kulu olabileceğidir. Tenten Kongo’da adlı çizgi romanın içeriğindeki bu söylemler nedeniyle, Belçika’da yaşayan Kongolu Bienvenu Mbutu, TentenKongo’da” macerasında siyahlara hakaret eden bölümlerin çıkarılmadan yayımlanmasına yasak getirilmesini isteyerek mahkemeye başvurdu. Çizgi romanda Tenten’in yanında çalıştırdığı siyahın “aptal ve niteliksiz” biri olarak gösterildiğini belirten Mbutu, beyazları yücelten kitabın siyahları “evrim geçirmemiş” insanlar olarak tasvir ettiğini söyledi. Bunun üzerine Belçika mahkemesi uzman görüşü istedi. Hukuk danışmanı, kitabın ırkçı olmadığını söyleyerek mahkemenin bu yönde karar almasını önerdi. Ve Herge’nin çizgi romanı ırkçılık suçlamasından aklandı. İsveç’te de aynı tarihlerde Kongo kökenli bir İsveç vatandaşı olan Jean Dadou Monya’nın Tenten Kongo’da adlı kitabı hakkında İsveç’te suç duyurusunda bulunmuş ancak İsveçli savcı şikayete olumsuz yanıt vermiş ve mahkeme açılmasına gerek olmadığına hükmetmişti..Çizgi romanın İngilizce baskısında ise, mahkeme kararıyla içeriğinde hakaret unsurları bulunduğu uyarısı yer alıyor. Çizgi romanın yasaklanması için daha önce Fransa’da başlatılan girişim de başarısız olmuştu. Bununla birlikte hatırlatmak gerekir ki, Tenten Kongo’da çizgi romanında dönemin önyargılarını yansıtan Herge, yıllar sonra “gençlik günahım” dediği eseri için özür dilemişti. Gerçekten de Herge, bu çizgi romanın ilk versiyonundaki pek çok ırkçı görüngüyü daha sonra kaldırmış veya revize etmiştir. Bununla birlikte çizgi romandaki ırkçı hava, son halinde bile hala kitabın içine sinmiş durumdadır. Yalın Alpay (2012) “Yoksa Tenten Irkçı mı?” Gölge, Sayı 55, ss.51-54 Bilinçsizlik hiçbir şekilde ruhun bir kalıntısı değil, aksine ilk maddedir, bilincin aydınlanmış yüzüne çıkansa onun en ufak parçasıdır. Freud'un buluşu, hayatımızın rasyonellik küresi içinde serbestçe gelişip yayılmadığı, aksine bilinçsizliğin durmayan baskısına uğradığıdır. Modern Batı felsefesinin temelinde Descartes vardır. Descartes, kendisinden önceki filozofların da sıkça başvurdukları, her şeyden şüphe etme tavrını ortaya koymuş fakat kendisinden önce hiç kimsenin varmadığı bir sonuca varmıştır. Descartes'ın devrimi, derin bir şüphe sonunda 'hiç'e ya da Tanrı'ya değil de, 'ben' kavramına ulaşmasında yatmaktadır. Ben'e ilişkin ikinci büyük devrim ise Freud'un buluşları ve önermeleri olmuştur. Descartes'ın kartezyen felsefesinde kesin bir şekilde zihin ve beden olarak ikiye ayrılan kişinin rasyonel kısmı zihin, rasyonel olmayan kısmı ise beden olarak tasarlanmış ve bu ikili kendi içlerinde homojen iki varlık olarak resmedilmişti. Buna göre zihnin yönettiği 'ben', rasyonel bir varlık olarak ortaya çıkıyordu. Aydınlanma felsefesinin de temel argümanı olan bu rasyonel ben düşüncesi, kişinin her durumda rasyonel ve kendi çıkarlarına uygun şekilde davranacağını öngörmektedir. BİLİNÇ Mİ, BİLİNÇSİZLİK Mİ? Bununla birlikte, aydınlanma felsefesinin muhalifi olan romantik akım, kişinin her zaman rasyonel olmadığını, pek çok içtepisinin de peşinden koştuğunu, idealler seçerken bunu aklıyla değil, kalbiyle seçtiğini savunmuştur. İşte Freud bu romantik akımın, özellikle de Alman romantiklerinin ve Alman idealistlerinin sistemli bir şekilde çözümlemeden fakat sezerek, şiir, edebiyat ve felsefe imlediklerini bilimsel bir biçimde ortaya koymaya çalışmıştır. Freud'un tezi, rasyonel olanla rasyonel olmayanın zihinde bir arada bulunduğunudur. 'Ben'in rasyonel olmayan kısmı ne bedenden, ne de duygulardan gelir, bizzat zihindedir. Hatta Freud düşüncesinde zihnin büyük bölümü rasyonellikle değil, rasyonel olmayanla doludur. Ona göre tüm psişik eylemler bilinçsizliğin ürünleridir ve buradan bilinçlilik aşamasına geçenler ne farklı, ne de üstün bir türü temsil ederler. Bilinçsizlik hiçbir şekilde ruhun bir kalıntısı değil, aksine ilk maddedir, bilincin aydınlanmış yüzüne çıkansa onun en ufak parçasıdır. Freud'un buluşu, hayatımızın rasyonellik küresi içinde serbestçe gelişip yayılmadığı, aksine bilinçsizliğin durmayan baskısına uğradığıdır. Kişinin yaşamının her anı görünüşte unutulmuş bir geçmişin dalgaları altındadır. Dünyamız ve yaptıklarımız, bilinçli iradeye ve mantıklı akla ait değildir, çünkü temel kararları yanardağlar gibi bilinçsizliğin karanlıkları fışkırtır. Freud'a göre bilinçsizlik dilsiz değildir ve kendisini başka belirtilerle ve sembollerle sıkça açığa vurur. ÜÇE BÖLÜNMÜŞ BENLİK Descartes'ın Tanrı'dan bağımsızlaştırdığı ben'in içini inceleyen Freud, benliği altbenlik, benlik ve üstbenlik olmak üzere üç parçaya bölmüştür. Bu üçleme genellikle dünyada ve ülkemizde id, ego ve süperego olarak bilinmektedir. Oysa Freud'un bu üç kavram için kullandığı orijinal terimler 'das Es', 'das Ich' ve 'das Über-Ich' şeklindedir. 'Das Es', Türkçe'de üçüncü tekil şahıs anlamına gelen 'o' ile karşılanmaktadır fakat Almanca'da 'das Es' ile yalnızca cansız varlıklar ile hayvanlar 'o' şeklinde nitelendirilmektedir; yani bu kavram insanı nitelememektedir. 'Das Ich', birinci tekil şahıs anlamına gelen 'ben' sözcüğüdür. 'Das Über-Ich' ise 'üstün ben' ya da 'üstben' olarak çevrilebilir. Yaygın kullanım olan id, ego ve süperego terimleriyse Freud'un değil, onun kitaplarını İngilizce'ye çeviren James Strachey'in, Freud'un söz konusu kavramlarına bulduğu Latince karşılıklardır. Freud'a göre 'o', ile karşılanan altbenlik kavramı kişinin fiziksel enerjisinin kaynağıdır ve kişiliğin temel öğesidir. Tamamen bilinçdışıdır ve haz ilkesine göre çalışır. Yani istediklerine ve gereksinimlerine hemen ulaşmayı hedefler. Freud'un bu kavramı 'das Es' ile karşılamasının nedeni, bu kavramın kişinin hayvani kısmını oluşturmasından ileri gelmektedir. 'Ben' ise gerçeklik ilkesine göre çalışmaktadır ve dış dünyada neyin mümkün olabileceğini anlayarak, kendi sınırlarını fark ederek, isteklerini ve gereksinimlerini elde etmeyi bu sınırlılıklara göre elde etmeyi başarır. 'Üstben' ise ideal standartlara uygun davranış gösterilmesi için toplumun koyduğu bariyerlerdir. 'Ben', 'üstben' ile 'o' arasında bir denge kurarak kendisini gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla 'ben'in harekete geçme güdüsü kartezyen felsefenin aksine bilinç değil, bilinçdışıdır. Bilinçdışı ister ve motive eder, bilinç ise onun motivasyonu ile harekete geçer ve onun isteklerini toplumun değer yargıları ve fiziksel sınırlamalar çerçevesinde meşrulaştırarak elde etmeye çabalar. RESİMLİ FREUD Bunları ortaya koyan Freud da bu üç kategoriden bağımsız değildir ve ortaya koyduğu 'ben'lik, Freud'a ilişkin pek çok biyografi çalışmasında araştırma konusu olmuştur. Dahası Freud'un bir de otobiyografi çalışması vardır. Freud'a ilişkin en önemli iki biyografi çalışması Freud'un dostları olan Ernest Jones ile Stefan Zweig'ın çalışmalarıdır. Bu iki yazar, Freud'un yaşamının son 17 ayını geçirdiği Londra'daki evinde de Freud'u pek çok kez ziyaret etmişlerdir. Bu müzedeki koleksiyondan pek çok görsel içeren ve Ruth Sheppard tarafından yazılan bir yeni Freud biyografisi 'Zihnin Kaşifi' (Explorer of the Mind) adıyla 2012 yılında İngiltere'de yayınlandı. Aynı yıl içerisinde Türkçe'ye çevrilen 'Zihnin Kaşifi', Freud üzerine 20 altbölümden oluşan ve özel arşivinden elde edilen 15 özgün belgeyi de içeriyor. Bu biyografide, inşa ettiği teorilerle bütün 20. yüzyıla damgasını vuran ve dünyanın algısını değiştiren büyük bir devrimcinin teorilerinin yanı sıra; Naziler tarafından her şeyi elinden alınmış, kanser hastası bir Yahudi'nin, hayatının son aylarında İngiltere'ye kaçmak zorunda kalan ve sonunda burada intihar ederek yaşamına son veren bir Sigmund'un öyküsünü bulacaksınız. Yalın Alpay (2012) "Bir 'ben'lik Devrimcisi: Sigmund Freud", Akşam Kitap, Sayı 22, s.20 Çığır açan her dahi gibi Bach da kendi yaşamını ve mutluluğunu, yapıtlarını yaratmak için paramparça etti. Yaşamı yalnızca bir müzik; varlıkları ve duyguları da uyumlulaştırılması gereken farklı sesler olarak gördü. Dünya tarihi için Fransız İhtilali gibi çok önemli bir siyasal gelişmeyi simgeleyen 1789 yılında, Almanya’da bir turnede olan Wolfgang Amadeus Mozart, turne sırasında Leipzig kentine uğramış ve bu kente uğramasının şerefine kendisi için, St. Thomas Kilisesi korosunun seslendirdiği bir moteti (müziksiz çok sesli ilahi) dinleme şansını bulmuştu. Bu konserin görgü tanığı olan bir yazarın aktardığına göre, koro daha birkaç ölçü seslendirmişti ki, Mozart yerinden sıçradı: “Bu da nedir?” Müzik sona erdiğinde Mozart heyecanla ‘Singet Dem Herrn Ein Neues Lied’ isimli motetin bestecisini sormuş ve bu muazzam yapıtın bestecisinin 1750 yılında hayatını yitirmiş ve son 23 yılını Mozart’ın bu besteyi dinlediği St. Thomas Kilisesi’nin Kantoru (koro şefi) olarak geçirmiş olan Johann Sebastian Bach olduğunu öğrenmişti. Besteciden haberi olmayan Mozart derhal bu bestenin ve Kantor’un diğer çalışmalarının notalarının kendisine gösterilmesini istedi. Notalar geldiğinde onları etrafına, iki eline, dizlerine ve en yakın sandalyelere yayarak kâğıtların başına oturdu ve görgü tanığı yazar Rochlitz’e göre her şeyi unuttu. Bach’tan geri kalan tüm ayrıntıları incelemeden yerinden kalkmadı. SEÇMELERİN 4. YEDEĞİYDİ Ölümünden yüz yıl kadar sonra dünyanın en iyi bestecilerinden biri olarak genel kabul gören ve günümüzde de çoğu müzik insanı tarafından dünyanın en iyi müzisyeni olarak kabul edilen Bach, kendi yaşamı sırasında pek de anlaşılamamış ve yeterince takdir edilememiş bir sanatçıydı. Yaşamı maddi ve manevi güçlüklerle geçen Bach’tan mirasçılarına muazzam bir nota arşivinden başka pek bir şey kalmamıştır. Bu nedenle ciddi bir yoksullukla yüzleşen Bach’ın dul eşi, yalnızca 40 taler gibi çok düşük bir ücret karşılığında, Bach’ın ölümünden iki yıl sonra onun bazı müzik eserlerini satmak zorunda kaldı. Bach’ın kaybolan pek çok bestesinin yanında şanslı olan satılmış yapıtlar, bu sayede günümüze kaldı. Ne yazık ki Bach da çoğu büyük sanatçı gibi, gerçek değeri yaşadığı dönemde anlaşılamamış ve yapıtlarına gereken ilgi ve övgü gösterilmemiş bir dâhi olarak yaşadı. Çağdaşları tarafından değerlendirilemeyen Bach, son yirmi üç yılını geçirdiği Leipzig kentindeki St. Thomas Müzik Okulu’na müdürlük, St. Thomas Kilisesi’ne de Kantorluk seçmelerine başvurduğunda, başvuran adaylar arasından yalnızca dördüncü yedek olarak seçilebilmiş ve ancak önünde yer alan kişilerin bu görevleri kabul etmemesi sayesinde bu unvanlara sahip olabilmişti. Dönemin Leipzig Başkonsülü bu atamayı “En iyilerine sahip olamadığında, vasatlarla yetinmek gerekir” şeklinde yorumlayarak Bach’ı vasat bir müzisyen olarak niteliyordu. Ölümünün hemen ardından da St. Thomas Müzik Okulu Kurulu Bach için “İyi bir öğretmen değildi” açıklamasını yapacaktı. FEDAKÂRLIĞIN ACI SONUCU Çığır açan her dâhi gibi Bach da kendi yaşamını ve kendi mutluluğunu, kendi yapıtlarının yaratılması için parçalamayı seçti. Yaşamı yalnızca bir müzik; varlıkları, kavramları ve duyguları da uyumlulaştırılması gereken farklı sesler olarak gördü. Peşinden koştuğu, kendisine yüce gelen bir amacı vardı ve bu amaç için her şeyini her gün yeniden feda etti. Bu yüzden de bilimsel yöntemlerle çalışan bir romantikti. Ailesini, sevdiklerini ve en çok da kendi yaşamını ihmal etti ve bütün enerjisini dünyayı müzik olarak kavramsallaştırmaya adadı. Müzik yeteneği inanılmazdı fakat onun başarısının asıl parçasını, tüm yaşamını eşsiz müzikler yaratmak için varoluşunu yok sayarak kendisini çılgın bir takıntıyla notalara hapsetmesi oluşturdu. Bunun bedelini de kendi yeteneğinin, çalışkanlığının ve fedakârlığının çok altındaki meslektaşları tarafından kabul görmeyerek, yoksulluk çekerek, çevresine ve ailesine sonu gelmeyen sorunlar ve acılar yaşatarak ödedi. MÜZİK, MATEMATİKTİR Bach’ın en önemli yapıtlarını bestelediği Leipzig’de doğan ve üniversiteye burada devam eden ve Bach, Leipizig’e taşınmadan hemen önce ya da aynı tarihlerde bu kenti terk eden Almanya’nın en önemli filozoflarından Leibniz, “Müzik ruhun, gizli aritmetik alıştırmasıdır” demişti. Bu Bach için de böyleydi. O, kendisine ilham gelmesini bekleyerek, kendisini duyguların kolaycı esrimesine bırakarak, düşünmeksizin, planlamaksızın üreten bestecilerden değildi. Müziği matematikle, matrislerle örüyor, her şeyin sayılardan ibaret olduğunu düşünen ve yıldız hareketleri ile müzik arasında matematiksel ilişkiler kuran Pisagor’a, müziğin aritmetikle birlikte öğretilmesi gerektiğini söyleyen Platon’a benziyordu. Müziği armoni bilgisi ve matematikle tasarlarken, bir yandan da kullandığı bu iki araç sayesinde bestelerine sözdizimsel mesajlar katıyordu. Alman notalama sisteminde B-A-C-H harfleri, bu sıralamayla büyük bir basitliğe ve derin bir güzelliğe sahip olan kromatik (yarım tonlardan oluşan ses dizisi) motif Si bemol - La - Do - Si bekâr notalarına denk düşmektedir. Bach, ismini oluşturan bu harflerin alfabedeki sıra sayılarını da işin içine katarak dili, matematiği ve müziği bir araya getiriyordu. Bu harflerin alfabetik sıraları olan 2 - 1 - 3 - 8 rakamları toplandığında 14 sayısını veriyordu ve bu sayı, Bach’ın ön isimleri olan Johann ve Sebastian’ın ilk harflerinin alfabetik sıraları ile kendi isminin harflerinin alfabetik sıralarının toplamı olan 41’in tersiydi. Böylece Bach, Si bemol - La - Do - Si bekâr temasının bulunduğu 14 notalık 41 ölçü besteleyerek matematik ile müzik arasında ne kadar derin bağlar kurduğunu gösteriyor ve bu yolla kendi ismini yapıtlarına matematiksel-müzikal bir alfabeyle yerleştiriyordu. Walther’a ithaf ettiği, 14 ölçü uzunluğundaki bir kanonunda her sesi, Walther’in harflerinin alfabetik sıralarının toplamı olan 82 nota içerecek şekilde düzenliyor, bu sayıyla, kendi isminin harflerinin toplamı olan 41 sayısının iki katını elde ederek, Walther’in, kendisinden iki kat değerli olduğuna vurgu yaparak onu övüyordu. Yaşamının son üç yılında çoğunlukla Son Füg (Die Kunst der Fuge) isimli bestesi üzerine çalışan Bach, tamamlanmış kısımları bir saat kadar süren fakat bitiremeden hayata veda ettiği bu çalışmasında Si bemol - La - Do - Si bekâr temasını belirgin şekilde kullanmıştır. Son Füg’ü oluşturan kontrpuanlardan 4, 8, 11 ve 18’de B-A-C-H teması kendisini gösterir. On dört füg ve 4 kanondan oluşan bu yapıt, çoğu müzik insanı için Bach’ın başyapıtı sayılmaktadır. Bach’ın iç dünyasına yolculuk Bach’ın yaşamının kesitlerini aktarmayı ve yaşamının tarihsel ilerleyişinden çok, bu büyük müzisyenin iç dünyasını kestirmeyi hedefleyen ve bir yandan da onun son yıllarının büyük çalışması olan Son Füg’ü inceleyen küçük fakat etkili bir kitabı, Fransa’nın en önemli yayınevlerinden Gallimard yayınlandı. Armand Farrachi’nin kaleme aldığı, ‘Bach, Son Füg’ adlı bu eseri Türkçe’ye kazandıransa Can Yayınları oldu. Kitap, yapıt vermenin zor olduğu biyografi alanında, Stefan Zweig’in kaleme aldığı biyografilerin lezzetine benzer bir tat içeriyor ve kronolojiye boğulmuş bir yaşam öyküsü yerine, zihinsel bir öyküleme yaparak, Bach’ın iç dünyasına, onun dünyayı kavrayış biçimine dair girişimlerde bulunuyor. Yalın Alpay (2012) "Müziğin Matematikçisi: B-A-C-H" Akşam Kitap, Sayı:21, s.22 Henüz 15 yaşındayken yaşadığı kentte yüzlerce insanın işkenceyle öldürülmesine tanıklık etmişti Motaigne. Fransa’daki iç savaşta sekiz bin kişinin ölümünü de, cinayetlerin sıradanlaşmasını da, din savaşlarını da görmüştü. Denemeler’iyle tanıdığımız Montaigne, böyle bir ortamda umutlanmak için dünyanın ve insanın özü olmadığı fikrini geliştirdi. Montaigne’e 17. yüzyıldan bu yana yapılan eleştirilerin birçoğu, ‘Denemeler’in, onu okuyanların imanını sarstığı ve gelişigüzel kaleme alınmış bu düşüncelerin belli bir sistemden yoksun olduğu kadar, okuyucusunu da sistemden uzaklaştırmaya çalışan bir aylaklık ürünü ve övgüsü olduğu şeklindedir. Bunlarda hiç şüphesiz doğruluk payı vardır fakat bu tespitler Montaigne’i yermek için kullanılabileceği gibi, övmek için de kullanılabilir. Montaigne’nin insanın bir özü olmadığına dair kanısı, onu bir sistem arayışından kaçınmaya götürüyordu. Onun bu inanışı, aslında doğal olarak onu hem Tanrı’ya sıkı bir inançtan hem de her türlü sistematik algılayıştan ve değerlendirmeden uzaklaştırıyordu. Montaigne’e göre ‘dünya durmayan bir salıncak’tı ve bu nedenle kişinin hep aynı halinde bulunması mümkün değildi. “Az sonra değişebilirim” der Montaigne ve ekler, “Yalnızca halim değil, amacım da değişebilir.” Bu Fransız düşünür, insanın koşullara göre değiştiğini, bugün ödlek olan birinin, yarın çok cesur olabileceğini iddia eder. Kendini gözlemleyen kişi, hiçbir şekilde kendisini iki kez aynı durumda görmeyecektir. Montaigne’e göre onun kendisiyle ilgili olarak kesin, basit ve sağlam biçimde, karmaşasız ve katıksız söyleyebileceği tek bir kelime bile yoktur. Madem insanın bir özü mevcut değildir, o halde onun Tanrısal bir tasarım olduğuna inanmak için de, herhangi bir sistemin parçası ya da sistem üreticisi olduğuna dair de hiçbir neden yoktur. BEN MERKEZLİ BAKIŞ Varlık ve varoluş, Montaigne için kendisini kişiye, kişinin o anki durumuna göre açınlar (açınlama; tanrı tarafından verilen esin, vahiy). Kişi bir varlığı ya da varoluşu, onun kendisine açınlandığı şekliyle algılar fakat bu algı varlıktan ya da varoluştan çok, kişinin algılayışından kaynaklanmaktadır. Montaigne bize “insan her şeyin ölçüsüdür” diyen Protagoras’ı anımsatır. Protagoras ise, “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” diyen Herakleitos’tan yola çıkmış ve dünyanın sürekli değişen bir yer olduğuna gönderme yapmıştır. Montainge bu iki düşünürü birleştirmiş ve sürekli olarak değişen bir dünyaya, sürekli olarak değişen bir özneyi yerleştirmiştir. Artık bu dünyada emin olunabilinecek hiçbir şey yoktur, yalnızca değişen kişisel düşünceler vardır. Bu nedenle dünyanın merkezi olsa olsa kişinin kendisi olabilir. Bu yüzden Montaigne son derece ben merkezli yazmıştır. Zira onun düşüncesinde ben merkezli düşünceden ve yazımdan başkası mümkün değildir. Bu yüzden Denemeler’de şöyle der: “Burada yazılmış olanlar, yalnızca benim aklıma gelen düşünceler, onlarla her şeyin özünü değil, fakat yalnızca kendimi sergilemeyi amaçlıyorum.” AVRUPA CEHENNEMİ Montaigne’nin böyle düşünmesi, aslında bir yandan da bir umut çığlığıdır. Daha 1548 yılında, yani yalnızca on beş yaşındayken, Montaigne yaşadığı Bordeaux kentinde çıkan halk ayaklanmasının akıl almaz bir vahşetle bastırılmasına şahit olmuş, yüzlerce insanın ölene değin işkence görmesine, asılmasına, kazığa geçirilmesine, kafalarının kesilmesine, bedenlerinin dört parçaya ayrılmasına, yakılışına, olaylardan günler sonra kargaların kurbanların yarı yanmış, yarı çürümüş etlerini kapışmasına tanıklık etmiştir. Birkaç yıl sonra ise Fransa’da başlayan iç savaşta Protestanlar yakılır, Aziz Bartolomeus Yortusu Kıyımı’nda sekiz bir insan öldürülür. Protestanlar ise intikam için kiliselere saldırır, heykelleri parçalar, Aslan Yürekli Richard ile Fatih William’ın mezarları açılır ve yağmalanır. Tutsak edilen garnizonlar son askerine kadar kılıçtan geçirilir, nehirler cesetlerle dolar. Bu dönemde yakılıp yıkılan köylerin sayısı yüz yirmi bindir. Artık cinayetler ideolojik bağlamından kopmuştur, silahlı çeteler Katolik ve Protestan ayrımı yapmaksızın şatolara ve yolculara saldırmaktadır. Ülke anarşi içerisindedir. Bu vahşete bir de toplu ölümler yaratan veba eklenince (Montaigne kendi yaşadığı bölgede veba salgını olduğunda şatosunu altı aylığına terk etmek zorunda kalmış ve kendisini diğer şehirlerdeki hiçbir tanıdığı veba korkusuyla kabul etmediği için, bu aylar boyunca ailesi ile birlikte sefil olmuştur), Avrupa cehennemin ta kendisi haline gelmiştir. DEĞİŞİM UMUDU İşte Montaigne böyle bir ortamda dünyanın ve öznenin bir özü olmadığını savlayarak, aslında dünyanın ve insanın kötü varlıklar olmadığını, zira bir öz taşımadıklarını, bu nedenle de dünyanın ve öznenin yeniden iyi varlıklar haline dönüşebileceği fikrini, kısacası bitmiş bir dünyada umudu taşımaktadır. Herakleitos’un söylediği gibi her şey değişim halindedir ve bugünler de geçecektir. İnsan da duruma göre kendisini pozisyonladığı için, o da değişecektir. Bu kötülükler varoluşun özü değildir, olmamalıdır. Değişim umuttur. Biyografi ustası Stefan Zweig, Montaigne üzerine kaleme aldığı kitabında, Montaigne’nin odaklandığı sorunun; bu çılgınlık ve vahşet ortamında, tüm tehlikelere ve tehditlere rağmen özgürlüğünü ve yüreğinin insancıllığını nasıl koruyabileceği olduğunu yazmıştır. Ona göre Montaigne tüm hayatını ve tüm gücünü yalnızca bu sorunun yanıtını bulmaya adamıştır. İşte ‘Denemeler’ bu amaçla kaleme alınmış özne odaklı bir umut kitabıdır ve o umudu taşıyabilmek için sistemsizdir. Dışarıdan dayatılan Tanrı kelamı bile olsa, kişinin özgürlüğüne saldıran her şeye muhaliftir… YOL GÜNLÜĞÜ ‘Denemeler’i, kendi şatosunda, kendisini tüm dünyadan ve hatta ailesinden izole ederek bir kuleye yaptırdığı çalışma odasında yazan Montaigne, Denemeler’in ilk iki cildini yazdıktan sonra 17 ay sürecek bir uzun Avrupa yolculuğuna çıkmıştır. Tournon’un deyimiyle Denemeler’de, Rönesans’ın kültürel alanı içinde her yönde dolanıp duran yazar, şimdi coğrafi mekânda, geçmişin kaynaklarına, kutsal ve kutsal olmayan kalıntılara yönelmektedir. Bununla birlikte tüm yolculuğu boyunca sağlık sorunlarıyla ve özellikle de taş düşürmekle boğuşan Montaigne, Avrupa kaplıcalarına yaptığı bu uzun gezisinde aslında bir sağlık bulma amacı da taşımaktadır. Yol boyunca bir de günce tutan Montaigne, Denemeler’den çok farklı bir tür kaleme almış ve çok büyük ihtimalle bu yol notlarını basılması için değil, kendi özel hatıraları olarak yazmıştır. Daha sonra ‘Yol Günlüğü’ ismiyle basılacak bu notlar 1770 yılında yani Montaigne öldükten çok sonra bulunmuş ve ancak 1774’te yayınlanmıştır. Montaigne, şatosunda izole olarak yazdığı ‘Denemeler’deki umudu, ‘Yol Günlüğü’nde Fransa, Almanya ve İtalya’nın neredeyse tüm şehirlerine yaptığı dev geziyle dış dünyaya açılarak sınamıştır. Umut izole bir şato odasında da, Avrupa’nın hamam böcekleriyle dolu hanlarında da vardır. Yalın Alpay (2012) "Umudun Öznesi: Montaigne" Akşam Kitap, Sayı:20, s.14 1930’lu yıllarda inşa edilen Türk kimliği aslında bir tez değil, bir anti-tezdi ve Türklük üzerine hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de Batı dünyasının ‘Türk’ tezini çürütmek için icat edilmişti. Zafer Toprak’ın on sekiz makaleden oluşan ‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji’ adlı kitabı, Cumhuriyet döneminde inşa edilmek zorunda kalınan Türk kimliğinin antropolojik icadına odaklanıyor. Yirminci yüzyılın hemen başında küresel eğilimin ‘ulus-devlet’ adı altında; sınırları net bir şekilde çizilmiş toprak parçaları üzerinde, aynı dili konuşan ve ‘aynı köklü geçmişin’ ürünleri olan insan topluluklarının, kendi aralarındaki bu bağı sağlayan imgelere gönderme yaparak tasarladıkları siyasal örgütlenme biçimleri, 20. yüzyılın haritalarında büyük ve köklü değişimler yarattı. Ulus devlet oluşturma çabalarının yapıbozuma uğratacağı ilk siyasi yapılar, doğal olarak çok uluslu olanlardı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu toprakları birçok yeni ve bağımsız farklı siyasal yapının kontrolüne geçerek bölündü. Ve öyle görünüyor ki, bu bölünmeye en hazırlıksız yakalanan grup, Avrupa’da Osmanlı imajı ile bir tutulan, yani yönetici sınıf olarak algılanan Türklerdi. Bu yüzden 1913-1938 yılları arasındaki çeyrek yüzyıllık dönem, Türkler için bu hazırlıksız yakalanışın izlerini silebilmek yolunda büyük çabalar harcanan, ancak her adımında hazırlıksız oluşun açık bir şekilde sırıttığı bir zaman dilimi olmuştur. ELDE KALAN SON KİMLİK Şu bir gerçek ki, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin, dağılmaya yüz tutan imparatorluğu bir arada tutabilmek için sarılacakları en son kimlik Türkçülüktü. Zira çok uluslu bir yapıyı korumak için etnik kimliklere değil, çatı kimliklere ihtiyaç vardı ve bu nedenle imparatorluğu etnik bir kimlikle tanımlamak, diğer tüm ulusçu hareketleri kışkırtmak anlamına geliyordu. İttihat ve Terakki, Türkçü bir örgüt olsa da, Osmanlıcılık hareketinden yanaydı ve siyasetini de bunun üzerine kuruyordu. Ancak 1913’teki Balkan Savaşları sonunda, Balkan uluslarının imparatorluktan bağımsızlıklarını elde ederek ayrılmaları planları değiştirdi. Yeni düzende, imparatorluğun Avrupa’daki topraklarıyla birlikte gayrimüslim nüfusun da büyük bölümü kaybedilmişti. Arap yarımadası ve Anadolu’dan oluşan yeni siyasi haritada Doğu’daki 6 il dışında nüfus çoğunluğunu ezici bir şekilde Müslümanlar oluşturuyordu. Bu altı ildeki gayrimüslim olan Ermeniler, tehcir kararıyla diğer illere dağıtılınca ve bu zorunlu göç sırasında da ciddi bir Ermeni nüfusu ortadan kalkınca, imparatorluk toprakları üzerinde İslamcılık siyaseti gütmek için uygun bir ortam oluşmuştu. Fakat Arapların İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu’ndan savaşarak ayrılmaları sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde yalnızca Anadolu toprakları kaldı. Bundan böyle elde bulunan tek siyasi malzeme ve kimlik olanağı Türklerdi. OSMANLI’DA TÜRK OLMANIN ANLAMI Türk kimliğiyse hem içte hem de dışta kötü bir üne ve itibara sahipti. İçte, soylu Türk ailelerinin daha I. Murat’tan itibaren siyasi iktidar hesapları nedeniyle bilinçli olarak sistemli bir şekilde geri itilmesi ve devşirmelerin ön plana çıkarılması, aynı güdülerle Türklerin eğitim olanaklarının ve saray içerisinde yükselme şanslarının ortadan kaldırılması siyasi bir tercihti. Bugün Ankara’nın doğusunda Osmanlı eserlerine değil, Selçuklu eserlerine rastlamamız, Osmanlı İmparatorluğu’nun bayındırlık anlamında da Türklerin yoğun olarak yaşadığı Anadolu’yu bilinçli olarak yatırımsız bırakmaya çalıştıklarını göstermektedir. Osmanlı sarayında yöneticilik yapan devşirmelerin Türkleri ‘etrak-ı bi idrak’ (idrakten yoksun Türkler) olarak tanımlamaları da bu projenin metinsel göstergesiydi. 1897’de Osmanlı topraklarındaki gezisini kaleme alan bir İngiliz gezgin, ‘Türk kafa’ tanımlamasının, ‘kalın kafalı’ anlamına geldiğini yazıyordu. Dışta da Türk kimliğinin itibarı pek parlak değildi. Türkler Avrupalı tarihçiler tarafından yağmacı, göçebe, barbar, gelişmekten yoksun, vahşi ve şiddet düşkünü varlıklar olarak tanımlanıyordu. Yani Türklük hem içeride, hem de dışarıda açık bir aşağılama ifadesiydi. Bu yüzden sarılmak zorunda kalınan Türk kimliği, yeniden yapılandırılıp, olumlulaştırılmadığı takdirde başarısız olmaya mahkum bir siyasi girişimdi. Türk tarihinin baştan yazılması gerekiyordu ancak bu yönde ne Osmanlılardan kalan bir kaynak vardı ne de tüm tarihi baştan yazabilecek nitelikte bir tarihçi. İşte ulusal Türk tarihi yazımı çabaları bu olumsuzlukların bağrından yola çıkmak zorunda kaldı. Zafer Toprak’ın on sekiz makaleden oluşan hacimli kitabı, yukarıda anlatılan konulara pek değinmeden, bu geçmiş yüzünden Cumhuriyet döneminde inşa edilmek zorunda kalınan Türk kimliğinin antropolojik icadına odaklanmıştır. O dönemde Avrupa’daki genel hava bilimin her şeyi çözebildiğini, her şeyin bir sayısal değeri olduğunu ve ırkın da ölçülebilir fiziksel özelliklere sahip olduğunu, bu özelliklerin de insanlar arasındaki hiyerarşiyi oluşturduğunu kabul etmişti. Avrupa merkezli bu ‘bilimsel’ tez, Türkleri de sarı ırka mensup bir halk kabul ederek, medeniyet üretmede aşağı bir ırk kalıbına sokuyor, Türkler bilimsel bir şekilde medeniyet kuramayan bir halk şeklinde tanımlanıyordu. Üstün ırkların, aşağı ırkların kaderini belirlemedeki özgürlüklerine sınırsız inancın bir tezahürü olan ve 55 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan II. Dünya Savaşı, Avrupa’nın bu ruh halini en iyi şekilde yansıtıyordu. Zafer Toprak’ın kıymetli yapıtı, Türkiye’nin, zararları II. Dünya Savaşı’nda zincirlerinden boşanırcasına ortaya çıkan ‘bilimsel’ ırklar hiyerarşisi görüşü bağlamında, Türkiye’nin kendisini Avrupa’nın kullandığı ‘bilimsel’ yöntemlerle nasıl üstün ve medeniyet kurucusu bir ırk olduğunu ileri sürmesinin tarihini anlatmaktadır. Bugün bazı araştırmacılar tarafından o dönemde ileri sürülen Türk Tarih Tezi çeşitli hırçın eleştirilere uğrasa da, tez, Türk kimliğine içte ve dışta ciddi bir itibar kazandırmış ve bugünkü Türkiye’nin varoluşu için gerekli ortamı sağlamıştır. Yalın Alpay (2012) “Türklüğün Antropolojik İcadı” Akşam Kitap, Sayı:18, s.17 Chuck Palahniuk'un kahramanları toplumun nadiren kaleme alınmış bireyleri; her bir kahraman toplumsal bir antitez, her bir karakter toplumsal bir dışkı... Daha çok Dövüş Kulübü'yle tanıdığımız Palahniuk'un 'ikinci döneminin' önemli kitabı Pigme Türkçe'de. Yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından Sartre'ın ortaya koyduğu çarpıcı kavramlardan birisi 'kendini aldatma'dır. Sartre bu kavramla kişinin kendisini sonsuz kez icat edebilecekken, tek bir kimliğe sıkı sıkıya bağlı kalmasını ve böyle yaparak diğer tüm kendini kurma olasılıklarını reddetmesini anlatır. Chuck Palahniuk'un ilk dört romanını oluşturan karakterleri tam da insanın kendi eliyle kendi özgürlüğünü elinden alan 'kendini aldatma' yanılgısını paramparça eden kişilerdir. Dövüş Kulübü'nün, Gösteri Peygamberi'nin, Görünmez Canavarlar'ın ve Tıkanma'nın karakterleri kendilerini ilk fırsatta yıkarlar ve başka kişilere dönüşmek için fırsat kollarlar. Güzel kadınlar çirkinleşmek için kendilerini suratlarından vurur, yakışıklı erkekler cinsiyet değiştirir, zenginleşen ve kariyer yapan kişiler kendi evlerine bomba koyarak tüm yaşamlarını ve birikimlerini sıfırlar. Kendilerini tanımlayan en kuvvetli özelliklerine saldırır Palahniuk'un ilk romanlarının kahramanları ve kimliklerini yeniden ve yeniden icat ederler. İlk dönem Palahniuk'da insanın bir özü yoktur ve kişi kendi özünü kendisi yaratmaktadır. Üstelik bu süreç ömür boyunca yenilenmekte ve hiç dinmemektedir. PALAHNIUK'UN İTİLMİŞ KAHRAMANLARI Dünyanın yok saydığı kişilerin hayatlarına giriyoruz Palahniuk evreninde: Her gün gazetelerden okuduğumuz fakat güvenlikli orta sınıf yaşamlarımızda neredeyse hiç karşılaşmak zorunda kalmadığımız kişilerle tanışıyoruz. Çift kişilikli sadomazoşistler, anarşistler, neo-faşistler, seks bağımlıları, restoranlarda boğulma taklidi yaparak para kazananlar, tarikat üyeliğinden, Hollywood yıldızlığına yükselenler, transseksüeller, porno yıldızları, zevk almak için kendi bedenini hırpalayanlar, hayalperestler, uyuşturucu bağımlıları... İşte Palahniuk'un kahramanları toplumun nadiren kaleme alınmış bireyleri; her bir kahraman toplumsal bir antitez, her bir karakter toplumsal bir dışkı. Anlatılan her öykü, toplumsal itilmişlerin ağızlarından bir küfür gibi fırlıyor. Edepsiz hazlarla kendilerini yıkan insanların kalemidir Chuck Palahniuk. Bu evrende her insan, kendi kendini yok etmeye çalışan bir mutsuz. Yaşamak bu hayatlarda o kadar berbat ki, tek kurtuluş birkaç dakikalık seks aralıkları, kokain kafası ya da kan dökmek: Acıya ufak bir ara ve yeniden iğrenç yaşama dönüş. Bu evrende acı içindeyiz ve yapayalnızız... İnançsız ve tutamaksız ilk dönem Palahniuk bireyleri, dünyanın tüm öğretilerine kapılarını kapatmışlardır. Onlar için bu dünya anlamsız, sevimsiz, gereksiz ve acılarla dolu bir hapishanedir. Toplumsal tüm bağlar; din, ahlak, toplumsal statü bu kahramanlar için anlamlarından sıyrılmış birer soyutlamadır, saçmadır ve anlamsızdır. Ünlü Fransız Varoluşçusu Albert Camus'nün absürd felsefesinin olumlu tavrı, Palahniuk'un kahramanlarında en olumsuz yöne savrulur. Yaşamı olumlayan pozitif Varoluşçuluğun, yaşamı olumlamayan negatif Varoluşçuluğuna dönüşümüdür Palahniuk. Bununla birlikte Avusturyalı edebiyatçı Thomas Bernhard'ın eylemden tamamen soyutlanmış negatif varoluşçu kahramanlarının aksine, ABD'li Palahniuk'un negatif varoluşçu kahramanları sanki eylemlerden meydana getirilmiştir. Bernhard'ın kişileri kendilerini yıkan zihinsel süreçleri tamamlarken, Palahniuk'un kişileri kendilerini yok eden eylemsel süreçleri takip eder. Bu yüzden Bernhard'ın karakterleri çoğunlukla intihar ederken, Palahniuk'un karakterleri giderek fiziksel olarak eksilerek ya da dönüşerek yaşamlarına canlı ölüler gibi devam ederler. DAHA FANTASTİK, DAHA YAPMACIK Palahniuk'un Ninni ile başlayan ikinci döneminde ise bu özelliklerinden sıyrılan ve giderek fantastik öğelerle bezenmeye başlayan romanları kişiler için özel isimler kullanmaktan bile çekinmeye başlayarak bu kez kimlik değişimlerine değil, silik kimliklere odaklanmaktadır. Yeraltına bilerek ve isteyerek inen ilk dönem Palahniuk'un güçlü kişilikleri, yazarın ikinci döneminde güçsüzlüklerinden dolayı yeraltına düşmüş, itilmiş kişilerle yer değiştirmiştir. Edilgen ve kaderlerine mahkum kalan yeni karakterler, ilk dönem Palahniuk karakterlerine göre daha yapmacık, daha fantastik ve daha taklittir. Palahniuk'un ilk kez 2009'da yayınladığı Pigme de onun ikinci döneminin bir yapıtıdır fakat ilk dönemiyle önemli benzerlikler taşımaktadır. Neresi olduğunu bilmediğimiz totaliter bir ülkeden ABD'ye gizli bir kaos projesi için gönderilen on üç yaşındaki lise öğrencisi bir ajanın, görevli olduğu merkez için kaleme aldığı otuz altı rapordan oluşan bu romanda, totaliter ülke ile ABD arasındaki farklılıklar Pigme'nin bakış açısından serimlenmiştir. Pigmenin ABD'de olup biten her şeye bir robottan farksız şekilde yaklaşması ve var olanı yalnızca var olduğu gibi betimleyerek, ona bir anlam vermemesi, Faulkner'in ünlü romanı 'Ses ve Öfke'deki zeka özürlü anlatıcı Benjy'i anımsatmaktadır. Benjy de, Pigme de dünyayı anlam üreten bir yer olarak değil, peş peşe sıralanan ve bir anlam içermeyen olaylar dizisi olarak görmektedir ve yorumlamamaktadır. Pigme'de, her canlının ölmesinden yola çıkarak, Tanrı'nın en büyük yok edici olduğunu düşünen ve Tanrı'yı model alarak yok etmeye odaklanmış bir nihilist grubun ABD'de yaşadıkları macera, kültürler arası farklılıklar penceresinden anlatılıyor. Fakat bu anlatı Palahniuk'un ilk dönem romanlarının tersine yaratıcı olmayan ve basmakalıp izlekler üzerinden dillendirilmiştir. Bununla birlikte, Palahniuk Pigme'de yeniden ilk dönemindeki Sartreyen 'kendini aldatma' kavramına geri dönmüş ve romanın anlatıcısı kahraman, romanın sonunda başlangıçtaki kendisinin anti tezine dönüşmüş ve bu anlamda kendisini verili kimliğine mahkum kalmaktan kurtararak, benliğini yeniden inşa etmiştir. Yalın Alpay (2012) “Kimlikler Terk Etmek İçin Vardır” Akşam Kitap, Sayı:17, s.6 Dostoyevski, Yeraltından Notlar'ın ışığında yeraltı edebiyatını ortaya çıkararak 'Varoluşçuluk' felsefesinin temellerini atmıştı. Bundan da ötesi, karakter yaratımında getirmiş olduğu yeniliklerle birçok yeni edebiyatçıya yol göstermiş ve tüm yüzyılı etkisi altına almıştı. Dostoyevski'nin ölümünden on yıl sonra doğan ünlü bir İtalyan kuramcı/siyasetçinin ünlü sözü 'iradenin iyimserliği, aklın kötümserliği' gerçekten bilgecedir. Bu sözde, on dokuzuncu yüzyılın ağır basan belirlenimciliğine ve pozitivizmine karşı savaşan romantizm akımına bir destek vardır. Aydınlanmanın belirlenimci pozitivist dünyasında yararlı olan pozitif, yararsız olan negatif diye ayrıldığında, akıl ile gerçekleştirilen doğa bilimlerine yararlı oldukları için pozitif bilimler adı verilmişti. Bu tutum, akla uygun olmayan her tasarımı da dışlıyordu. Doğa bilimlerinin sosyal bilimlere uygulanması sonucunda ortaya akla uygun olmayan her şey insanın kendisinden de dışlandı. Pozitivist dünyanın yeni insanı, J. Stuart Mill'in terimiyle 'homo economicus'tur. Bu insan tipi her durumda kendisine en çok fayda sağlayan seçeneği tercih eden, sürekli olarak kendi çıkarlarını kollayan ve bu yüzden de hep rasyonel davranan bir birey modelidir. HEDEF KENDİNİ YOK ETMEK! On dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünya üzerinde 'homo economicus'un tek alternatifi romantizm akımının, kendisini bir ideal uğruna feda etmeye hazır romantik bireyiydi. Bu romantik kahraman tasarımı, bir ideali gerçekleştirmek istemekte ve bu uğurda kendi zararına olabilecek her türlü şeyi de göze almaktadır. Bu anlamda bir 'homo economicus' değildir fakat kendi iradesi bağlamında tutarlıdır ve bu nedenle de belli bir rasyonellik de içermektedir. Yani romantizmin irrasyonel bir ana damarı olmasına karşın, rasyonel hatlardan tamamen bir kopuş sergilediğini söylemek mümkün değildir. Üstelik romantik bireyler, tüm Avrupa'ya yayılmış 'homo economicus' karşısında minicik bir azınlık olarak durmaktadır. İşte böyle bir ortamda, Rus Çarı Büyük Petro'nun Paris'e özenerek inşa ettirdiği St. Petersburg'da, müthiş bir dahinin kaleminden çıkan edebi satırlar, bir yüzyıl sonra; önce Paris'i, sonra tüm dünyayı sarsan bir felsefenin ilk temellerini atmıştır: 'Varoluşçuluk'. Rusya'da sayısız sorunla baş etmeye çalışan bu dahi yazar, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından birisi ve pek çok edebiyat eleştirmenine göre de en büyüğü olan Dostoyevski'den başkası değildir. Sennaya Ploşad'ın tekinsiz ve tehditle dolu sokaklarında yaşayan ve Nevskiy Prospekt'in zengin ortamına girerken tedirginlikten eli ayağına dolaşan; daracık, hastalıklı, basık tavanlı çatı katlarında oturan kentin dışkısı olan karakterleri anlatırken, tüm mekanları ve binaları es geçer Dostoyevski. Karakterlerin yüzlerini, boylarını, kilolarını bilmeyiz, kendileri hakkında ne hissettiklerini biliriz yalnızca. Yürüyen birer düşünce, birer ruhtur Dostoyevski karakterleri ve her birisi düşüncesini sonsuza kadar götürmek ister. YERALTI VE VAROLUŞÇULUK Dostoyevski'nin insan tasarımına getirdiği muhteşem yenilik, onları dış görünüşlerinden soyutlayarak birer iç dünyasına indirgemesinden çok -bu edebiyat kuramına getirdiği harika bir yeniliktir- bu karakterlerin, sonuna değin götürmek için çabaladıkları ana fikirlerinde, iç dünyalarının dehlizlerinde saklıdır. Dostoyevski'nin her karakterinin sonuna kadar götürmek istedikleri fikirleri; ne kendi çıkarlarını maksimize eden 'homo economicus'unkiler, ne de yüce bir ideal uğruna her şeyini feda etmeye hazır romantiğinkidir. Onun karakterleri tek bir şey ister: kendilerini yok etmek! Kendine düşman olan ve kendi çıkarını baltalamak için her fırsatı değerlendiren ve yüce ideallerden, erdemden köşe bucak kaçan bu karakterin ilk sunuluşu 'Yeraltından Notlar'dır. Bu kitapta Dostoyevski müthiş zekası ve büyük psikologluğuyla insanın daha önceki tasarımlarını bir kalemde silmiş atmış ve ortaya yepyeni ve diğerlerinden apayrı bir tasarım serimlemiştir. Ortaya konulan bu yeni kişi tasarımı, iradenin iyimserliğini de yok etmiş ve ortaya negatif, yıkıcı, tahrip edici bir irade koymuştur. Yeraltından Notlar, Dostoyevski'nin büyük dört yapıtından birisi olarak sayılmasa da, bu dört yapıtı oluşturan kişilerin tümünün karakterleri Yeraltından Notlar'da belirlenmiştir. Yeraltından Notlar'ın kendi çıkarı ya da yüce bir ideal peşinde koşmayan insan tipi, yirminci yüzyılın en büyük felsefesi olan Varoluşçuluğun dayandığı temel olarak tüm yüzyılı etkilemiştir. Dostoyevski şöyle demeye getirir; Kendi kötülüğümü isteyemiyorsam, özgür irade ne işime yarar? Zeki Demirkubuz'un Yeraltından Notlar uyarlaması olan 'Yeraltı' filmi gerçekten bir yeraltı insanını anlatıyor. Ama filmin bir Yeraltından Notlar filmi olduğunu söylemek sanırım Dostoyevski'nin yapıtına ihanet olur. Roman dili ile sinema dilinin anlatım olanakları açısından taşıdıkları avantaj ve handikaplar, Yeraltından Notlar metni açısından roman dilini açık ara ön plana çıkartıyor. Bu yüzden de filmi, Yeraltından Notlar'ın bir uyarlaması olarak değil, kitaptan esinlenen ve yemek sahnesini buradan alıntılayan bir yapıt olarak görmek belki daha yerinde olabilir. Yalın Alpay (2012) “Kendi Kötülüğümü İstemezsem Özgür İrade Ne İşime Yarar?” Akşam Kitap, Sayı:16, s.16 Bozcaada “On altıncı yüzyılda, ressamın biri ne zaman bir dünya haritası çizecek olsa, karısı hemen ‘Sevgilim şuracığa bir ada koyuver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da bu isteği uysallıkla yerine getirirmiş. Bu tür adalar o günün haritalarından hiç eksik olmazmış. Sözgelişi, İngiliz donanmasının 1588’de İspanyolların Yenilmez Armada’sını bozguna uğratmasından sonra, bu utkuda büyük payı bulunan ünlü İngiliz amirali Sir Francis Drake, İspanya’dan İngiltere’ye dönüşü sırasında, İspanyollardan ele geçirdiği bir haritayı incelerken, haritadaki bir adadan gemilerine içme suyu almayı düşünmüş, gemisinde tutsak bulunan bir İspanyol denizcisine bu adayla ilgili sorular sormaya başlamış. İspanyol gülümseyerek, ‘O adayı bulabileceğinizi hiç sanmam. Sinyoranın hatrı için konmuştur haritaya’ karşılığını vermiş. Koca bir donanmayı dize getiren Drake, sinyoranın hatrına yenik düşmüş böylece.” Akşit Göktürk, (1997) Ada, YKY, İstanbul, sf.9 Ada kavramı üzerine ilk ne zaman düşündüm anımsayamıyorum. İlkokula gittiğim yılların birinde, yazlardan bir yaz, Heybeliada’da bir hafta geçirmiştim. Aklımda yazlık bir sinema ile sokaklarda yiyecek satan el arabaları ile yürüyen kalabalığın şehre oranla fazla olması kalmış. Ada o zamanlar benim için yalnızca gemiyle ulaşılan bir İstanbul ilçesiydi sanırım. Denizin diğer kara parçalarıyla bağlantısını kestiği bir coğrafya tahayyül etmek için zannediyorum ortaokul yıllarını bekledim. Ada kavramının popüler edebiyattaki en kuvvetli izdüşümü olan Robinson Crusoe beni de o yıllarda ada kavramı üzerine düşündürmüştü. Akşit Göktürk’ün o akıcı çevirisinden okuduğum iki ciltlik Robinson Crusoe öyküsü adaya yönelik bir yergiyle başlıyor fakat sonradan, kurtulan Robinson’un adaya duyduğu özlemle kapanıyordu. Yine de verilen duygu adanın mahrum eden, kısıtlayan, tecrit eden yönlerine ilişkindi. Bununla birlikte kitap bende ada kavramına ilşkin olumlu izlenimler doğurdu. En büyük çocukluk hayalim, ıssız bir adada yaşamak, her şeyi, her yeri kendime göre dekore etmek, yeni bir dünya kurmak oldu. İlerleyen yıllarda, adaların birer tecrit değil, fakat izolasyon yeri olduğunu düşünmeye başladım. Coğrafi kopukluk, düşünsel ve yaşamsal kopukluğu da beraberinde getiriyordu. Adalar, bilginin, kaygıların ve güncelliğin diğer kara parçalarına ulaştığı sıklıkta ve kuvvette ulaşamadığı yerlerdi. Fakat bu yavaşlık bir zorunluluktan çok, Ada’da yaşayanların tercihi gibi de görünüyordu. Entegre olmak isteyenler Ada’lardan anakaralara taşınırken, izole olmak isteyenler de Ada’ları tercih ediyorlardı. Dış dünyaya kapanmayı ve yeni bir iç dünya yaratmayı simgelediği için, Adalar her zaman romantik çiftlerin düşlerini süsler. Yaşamı yalnızca iki insanın dünyası haline getirmek isteyen romantik aşk için, dış dünyadan yalıtılmış iki kişilik dünya için Ada bulunmaz bir enstrümandır. Maldivlerin, Bahamaların, Hawai’nin bu kadar popüler balayı yöreleri olmaları eşsiz doğaları kadar, birer ada olmalarından kaynaklanmaktadır. Balayı çifti artık dünyayla irtibatını kesmiştir, dış dünya onlara erişemeyecektir. Sartre’ın ünlü deyişi “cehennem başkalarıdır” bağlamında, Ada başkalarından soyutlanmıştır ve yalnızca balayı çiftlerine hizmet edecek hizmetkarlarla doldurulmuştur. Ada kavramını, siyasi romantikler de bolca kullandı. Teknolojide en üst düzeye çıkıp, sonunda sulara gömülen Atlantis efsanesinden tutun da Tommasa Campanella’nın Güneş Ülkesi’nden, Thomas More’un Ütopya’sına kadar pek çok siyaset bilimci ideal yeryüzü cennetini tasarlarken Ada’lardan yola çıktılar ve ideal dünyayı bir ada olarak tasavvur ettiler. Yeni bir dünya kurmak için, önce eskisini yıkmak ya da onunla olan bağlantıları kesmek gerekir. Bu nedenle yeni bir dünya arzu edenler terörist eylemlere girişmeyeceklerse, yollarına Ada’lar üzerinden ulaşmayı tercih etmişlerdir. Yazarların, ressamların, akademisyenlerin en iyi üretimlerini Ada’larda vermeleri tesadüf değildir. Ben de 2007 yılında, benzer nedenlerle bir Ada evine sahip olmak istedim. Bozcaada’ya hiç gitmemiştim. Fakat bu ada üzerine çok fazla övgü dinlemiştim. İnternetten baktığım fotoğraflardaki taş evlere hayran oluyor, kafamda bohem bir Ada, durmuş bir zaman yaratıyordum. Görmediğim bir ada üzerine bilgi topluyor, emlakçılarıyla telefonda görüşüyordum. Bozcaada’da taştan bir bağevi yaptırmayı tasarlıyordum. Fotoğraftaki bu sayfayı, Osmanlı’da Bir Irkçı: Abdullah Cevdet isimli tezim için okumalar yaptığım Boğaziçi Üniversitesi Abdullah Kuran Kütüphanesinde yazmışım. Görünen o ki o tez telaşında Bozcaada üzerine okumayı ihmal etmemişim. Haluk Şahin’in Bozcaada Kitabı’nı da kütüphanede bulamayınca satın almak zorunda kalmıştım. Aynı yıl, Büyükada’nın İstanbul’a yakınlığı sonunda beni cezbetti ve Bozcaada yerine Büyükada’dan bir ev satın aldım. Bir süre sonra da Bozcaada’yı unuttum. Meğerse Bozcaada’yı görebilmem için dört yıl daha geçmesi gerekiyormuş… KARTAL 2. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ SAYIN HAKİMLİĞİ’NE
DOSYA NO : 2011/ 593 Esas SANIK : Yalın ALPAY VEKİLİ : Av. Kemal LEVENT, Av. Ersan BARKIN KONU : Esas hakkındaki savunmalarım ve beyanlarımı içerir dilekçedir. AÇIKLAMALAR : “Adalar C.Başsavcılığının 11.04.2011 gün 2011/197 soruşturma, 125 esas, 46 nolu iddianamesinde sanıklara “Genç Mustafa” isimli eserde elleri bağlı olarak darpedildiği, burnundan kanlar akarak yere düştüğü, sopa ile darp edildiği şeklinde gösterilerek Ben Ali Fuat isimli bölümde içki düşkünü; Ben Zülüflü İsmail Paşa bölümünde, Zülüflü’nün düşüncesi ile hain olarak tanımlanmak suretiyle aciz gösterilip, hakaret edildiği bahsi ile 5816 Sayılı Yasanın 1/1, 2/1, TCK 53/1 maddeleri uyarınca cezalandırılmaları istemi ile kamu davası açılmıştır.” 1- Hayatım boyunca yasalara uyan birisi oldum. Toplum için asla bir tehdit oluşturmadım ve elimden geldiği kadar yaşadığım topluma faydalı olmaya çalıştım. Genç Mustafa’yı yazarken de, bir tarihçi perspektifiyle bilimsel kaynakları kullanarak ülkemizin kurucusu Atatürk’ün gençlik yıllarına ışık tutmak istedim. Amacım geniş kitlelerce Atamızın daha çok tanınmasıydı. Bu nedenle kitabımın arka kapağında da belirttiğim gibi Atamızın tüm yaşamını çizgi roman biçimine uyarlayarak kolay okunacak bir hale çevirmekti. 2- Kitap bir çizgi roman olmasına karşın, bilimsel kaynakların dışına asla çıkmadım. Kitapta ne yazdıysam, mutlaka daha önceki bilimsel yapıtlara atıfta bulunarak yazılmıştır. Hangi bilgileri, hangi kitapların kaçıncı sayfalarından aldığımı göstermek için de dipnotlu bir makale kaleme aldım. Söz konusu makaleyi kişisel intternet blog’umdan da yayınladım. (www.yalinalpay.wordpress.com/2011/05/17ataturk-1905-yilinda-iskence-mi-gordu/) (EK:1 yararlandığım kaynaklar) 3- Ben kesinlikle ve kesinlikle Türkiyemizin kurucusu Atatürk’e hakarette bulunacak hiçbir eylem veya girişimde bulunmadım, bulunmam da. Böyle bir girişimde bulunmamamın nedeni Atatürk’ü koruyan yasaların varlığından korkmak değil, Atatürk’e duyduğum büyük hayranlık, büyük sevgi ve büyük saygıdan ileri gelmektedir. Bugünkü modern yaşam standartlarımızı borçlu olduğumuz ulusal liderimiz, dünyanın son birkaç yüzyılda yetiştirmiş olduğu en yetenekli ve en başarılı liderdir. Atatürk’ün yaşamı doğumundan itibaren hiç de kolay olmayan bir yaşamdı. Ulusal liderimiz tüm hayatı boyunca mücadele etmek zorunda kaldı. Fakat yaşadığı bu zorluklar O’nu asla yıldırmadı. Başına ne gelirse gelsin, neyle suçlanırsa suçlansın, Atatürk bildiği doğrulardan asla sapmamıştır ve sonunda daha henüz 42 yaşındayken Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. 4- Genç Mustafa kitabım, Atatürk’ün ilk gençliğinde yaşadığı zorlukları ve O’nun bunların üstesinden gelişini anlatıyor. Bu nedenle Genç Mustafa iddia edildiği gibi Atamızı küçük düşüren bir çalışma değil, aksine bir kahramanın ilk gençlik yıllarından itibaren gerçekleştirdiği kahramanlıkları sunan bir yapıttır. 5- Atatürk’ün gençlik yıllarında sorgulanması sırasında şiddet görmesi konusu yalnızca benim kitabımda değil, Atatürk üzerine yazılmış en iyi biyografi sayılan Lord Kinross’un kitabında bile geçmektedir. [Kinross, L. (1967) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander, İstanbul, sf.47] Atatürk bir askerdi. Savaşlarda yaralandı, atından düşüp kaburgalarını kırdı, Çanakkale Savaşı’nda göğsünde taşıdığı saati onu bize bağışladı. Atatürk’ün fiziksel olarak zarara uğrayabiliyor olması, O’na bir hakaret değildir. Kahramanlar fiziksel olarak değil, zihinsel ve iradesel olarak zarar verilemeyen kişilerdir. Atatürk de tam böyle bir kahramandı. Kitabımda Atatürk’ün bu kahramanlığını vurgulamak için de, şiddet gördüğü sayfada onun ağzından şöyle yazmıştım: “Bu bir mücadele… Ve bu mücadelede önemli olan burnumun bir kez olsun bile kanamamış olması değil. Önemli olan; burnumun kanamasını elimin tersiyle silip, mücadeleye son hızla devam etmem… BENİ HİÇBİR ŞEY DURDURAMAZ.”[Genç Mustafa, sayfa 112] 6- Genç Mustafa’da anlatılan Mustafa Kemal, hiçbir zorluktan yılmayan, sorgulansa da, sorgulanma sırasında şiddet görse de hedefinden şaşmayan bir kahramandır. Doğru olan da zaten budur. İçki içmek yasalarımız gereğince bir suç değildir. İçki içmek de küçük düşürücü bir durum değildir. Zira devletimizin Cumhuriyet Balolarından tutun da, çeşitli resepsiyonlara kadar verdiği davetlerde de içki ikramları yapılmış, tüm devlet adamlarımız, siyasi liderlerimiz de bu içkilerden içmişlerdir. Ömer Hayyam gibi içkiye ve şaraba yüzlerce şiir yazan büyük şairlerimiz vardır. Genç Mustafa’da Atatürk içki düşkünü birisi değildir. Sosyalleşmek için dışarı çıktığında arkadaşları ya da komutanlarıyla içki içtiği görülmektedir. Bu konuda Kurtuluş Savaşımızda Maraş ve Antep bölgesindeki milli kuvveti kurmakla görevli olan ve 1920-1938 yılları arasında Antep milletvekilliği yapan Kılıç Ali’nin (asıl adı Süleyman Asaf Emrullah’tır.) anıları bize ilginç bilgiler vermektedir. Kılıç Ali’nin 1955 yılında yayınlanan Atatürk’ün Hususiyetleri adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk’ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması men edilmişti. Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk’ün herkesçe malûm içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğıni de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; ‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’ diye latife etmişlerdi”. 7- Yani Atatürk’ün içki içtiğini yazmak, eğer bir hakaret suçu ise, bu suçu benden önce yüzlerce yazar işlemişlerdi. Daha da önemli olan ise, Atatürk’ün bizzat kendisinin bu durumu kesinlikle bir hakaret olarak algılamamasıdır. Benim de kesinlikle ve kesinlikle Atatürk’ü içki düşkünü olarak göstermek gibi bir amacım da, böyle bir eylemim de yoktur. Kitabımdan da böyle bir anlam çıkmamaktadır. 8- Mustafa Kemal’e sorgu sırasında şiddet uygulayan Paşa’nın ağzından Mustafa Kemal’e “Hain” denmesi konusu kesinlikle Atatürk’e yazar tarafından yapılmış bir hakaret değildir. Olayların oluşu sırasında şiddet uygulayan kişinin söylediği sözlerdir. Üstelik Paşa’nın sorgulama sırasında söylediği bu sözleri ben Kültür Bakanlığı Yayınları’nın 1981’de yayınlamış olduğu Altın Saçlı Kahraman adlı Atatürk biyografisi kitabının 38’inci sayfasından aldım. Ayhan Başoğlu tarafından kaleme alınan bu kitapta Paşa sorgu sırasında bu Mustafa Kemal’e aynen şöyle demektedir: “Seni Hain Seni. Padişahımız Efendimize suikast hazırlığı ha! Hadi herşeyi anlat, yoksa fena yaparım.” 9- Dolayısıyla eserimin bir bütün olarak incelenmesi gerekirken; incelenmeden ve yine Atatürk’ü yücelten kareleri, eserimdeki amacımın tamamen dışına çıkararak ağır beyanlarla ve eserde ne vurgulandığımı değerlendirilmeden, suçmuş, hakaretmiş gibi göstererek, aslında kendileri üzerime atılı suçu işledikleri kanaatindeyim. Özetle kitabım Atatürk’e ilişkin hiçbir şekilde, hiçbir hakaret içermemektedir. Eserimi bu amaçla kesinlikle ve kesinlikle oluşturmadım. Aksine eserimdeki amaç Atatürkçü düşünceye hizmet etmek, Atatürk ve Atatürkçü düşüncenin daha çok kişi tarafından bilinmesine katkıda bulunabilmektir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda arz ve izah ettiğim sebepler ve Sayın Makamınız tarafından resen gözetilecek hususlar çerçevesinde BERAATİME karar verilmesini Sayın Makamınızdan talep ediyorum. 18.07.2011 Yalın ALPAY Düşün tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Kant, ömrü boyunca doğmuş olduğu Konisberg kasabasından hiç ayrılmadı ve tüm dünyayı bu minik yerden anlamlandırdı. Her gün uyandığından itibaren aynı saatlerde aynı şeyleri yapan Kant, yaşamı bir alışkanlıklar manzumesi gibi sürdürmesine karşın, felsefedeki pek çok ön yargıyı yıktı ve pek çok düşünsel alışkanlığı bozdu. Bu sıradışı yetenek, uğraştığı meselelerle dönüp dolaşıp yeniden ve yeniden hesaplaştı. Ve Konigsberg, yirminci yüzyıla değin, Kant gibi, uğraştığı alanda bambaşka bir kulvar açan ve kendisinden sonrakileri bu kadar etkileyen bir başka düşünce adamı çıkaramadı. Yirminci yüzyılın Konigsberg’lisi, Kant’ın aksine Konigsberg’de doğmadı fakat bu kasabayı soyadında taşıdı. Allen Stewart Konigsberg. Bununla birlikte biz onu bugün bu ismiyle değil, sonradan edindiği sahne adıyla tanıyoruz: Woody Allen. New York’ta doğan Woody Allen, uzun yıllar boyunca doğduğu şehri önce ABD’ye, ardından da tüm dünyaya aktaran bir yönetmen olarak çalıştı. Hayat ile ilgili meseleleri birkaç taneydi fakat derinlerdi. Kentli, Yahudi, entelektüel, zeki fakat çirkin bir erkeğin gözünden varoluş, seks, ikili ilişkiler, güzel kadın ile zeki erkek ilişkisi, aşkların yükseliş ve iniş aşamaları, entelektüel zihnin güncel konulara bakış biçimi konularını New York arka planında defalarca farklı filmlerde sinemaya aktardı. Bu dönemde dünya çapında önemli bir hayran kitlesi edindi. İki binli yıllarda sinemasının arka planını Avrupa’ya taşıyan Allen, konu seçimlerinde büyük değişiklikler yapmasa da, sinema biçimini değiştirdi ve işlediği temalara bu kez “şans” kavramını ekledi. Bu tutumu çoğu hayranında hayal kırıklığı yarattı. Özellikle Cassandra’s Dream ve Match Point adlı filmlerinde şansın önemine kuvvetle değindi ve her iki film de genel ahlaki değerlerin kucaklanmadığı sonlarla tamamlandı. Kişisel olarak, ikisi de İngiltere’de geçen bu filmleri pek etkili buldum. Bununla beraber New York dönemindeki filmlerde mizah unsuru bulunuyordu ve filmlerin anlatı dili de başka bir gerçekliğe gönderme yapıyordu. Woody Allen’in New York dönemi filmlerinde yapay bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Dünyanın yeniden yorumlanması sırasında, ne yaparsa yapsın, güvenlikli yaşamından taviz vermeyen ve zihin odaklı yaşayan kahramanlar, bize varoluştan, yaşamın anlamsızlığından, insanın Tanrı ile olan kavgasının sonucunda uğrayacakları kaçınılmaz yenilgiden bahsederler. Bununla birlikte, filmlerin yansıttığı New York yaşanılası, eğlenilesi bir mekan olarak kendisini gösterir ve filmin kahramanları yaşamak istemezlerken, filmin izleyicileri böyle bir yaşamın ne kadar zevkli olacağını düşünürler. Gündelik zayıflıklarımızı, düşüncelerimizi, saçma bulduğumuz kararlarımızı Hollywood’da bir yönetmenin gözünden yeniden görmek bize garip bir haz ve paylaşılarak azaltılmış bir suçluluk duygusu armağan eder. Bu yüzden Woody Allen filmlerini zeki ve entelektüel olma iddiası taşıyan çirkin erkekler kadar, onların filmde aşık olmasına karşın aşağıladığı güzel fakat entelektüel olmayan kadınlar da severler. Bu döneminde dil oyunları üzerinde duran ve fiziksel komedi unsurlarını daha geride tutan Woody Allen, filmlerinde uzun bir stand-up şovu yapıyormuş gibi görünür. Kısacası bu dönem son derece Amerikalıdır. Allen’in Avrupa dönemi olan iki binli yıllar ise, görüntü, dil, kast ve olay gelişimi açısından coğrafi değişikliğe ayak uydurarak Avrupalılaşmıştır. Gökdelenlerin arasından, yeşilliği bol, alçak duvarlı taş evlerin arasına giren kamera, artık dil oyunlarıyla yapılan espirileri değil, acı çeken insanların karar verme zorluklarını, onların trajedilerini kayda almaktadır. Bu dönemde sarkastik Woody Allen senaryolarının yerini, amaçları için ağırlıklarını yaşama hissettiren ve hayatı hafife değil, ciddiye alan bireylerin diyalogları ve eylemleri almıştır. Hayat dalga geçilen anlamsız bir nesne olmaktan, ciddiye alınan ve onunla ölesiye kavga edilen bir rakibe dönüşmüştür. Bana öyle geliyor ki, herşeyden çarçabuk sıkılan bu yönetmen, hayata çıplak haliyle dayanamadığı için film çekmeye, yazı yazmaya ve sonunda da müzik yapmaya başladı. Yaşamın anlamsız olduğunu iddia eden Varoluşçu felsefenin sinemadaki en gelişkin ve en popüler izdüşümü olan Woody Allen, yaşamı sanatsallaştırdığı ölçüde yaşama tutunabildi. Bunu yaparken de, yaşamı ciddiye alan bir negatif anlamsızlık yerine, yaşamı hafife alan, onunla dalga geçen bir dil geliştirdi ve yaşamı olumlayarak yansıttı. Neredeyse her yıl yeni bir filmi gösterime giren Woody Allen’ın pozitif kamerasından yaşam, her ne kadar saçma da olsa, yaşanılabilecek ve ondan zevk alınabilecek bir yer olarak görünüyor. Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu çeşitli açılardan yıpranmış, geçmişe göre mutlak anlamda ilerleme göstermiş olsa da, Avrupa’ya karşı göreceli olarak geride kalmış, ömrünü tamamlamaya yüz tutmuş bir devletti. Devlet, varolan geniş topraklarına karşın, bu toprakları etkin bir şekilde yönetebilmesi için gereken iletişim ve ulaşım alanlarında yeterli donanımı gerçekleştirememiş, bu nedenle de giderek hantallaşmıştı. Sanayi devrimi ıskalanmış, düşünsel anlamda da fikir çeşitliliği sağlanamamıştı. İmparatorluğun elinde, nüfusuna oranla yetişmiş insan sayısı da çok azdı. Bu kadrolar ise çok büyük ölçüde programları Batı’dan devşirilen ve öğretim üyeleri olarak da zaman zaman Avrupalıların kullanıldığı Askeri okullar ile Tıp okullarından yetiştiriliyordu. Batılılaşma hareketi, İmparatorluğun seçilmiş çocuklarına öğretilirken, ülkenin gerçekleri bu yeni yetişen kadroların zihinleri ile uyumsuzluk gösteriyordu. Kısacası İmparatorluk, kendisini yenileyebilmek için yeni insan yetiştirme yöntemleri uyguluyor, fakat yetişen kişiler imparatorluğu yenilemeden, keskin devrimler gerçekleştirmeyi anlıyorlardı. Yani imparatorluk elinde olmadan, kendi kendisini lağv ediyordu. Selanik’li Mustafa Kemal (Atatürk) de, pek çok sınava girmiş ve İmparatorluğun yenilikçi askeri okullarından birer birer başarıyla mezun olmuştu. Bununla birlikte siyasal anlamda imparatorluk ile ters düşen askerler arasında yer alıyordu. Daha Harbiye’nin üçüncü sınıfındayken, çıkarmaya başladığı Padişah aleyhtarı gazete, Saray’ın kulağına kadar gitti ve Harbiye Müdürü Rıza Paşa bu mesele yüzünden Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa’dan ciddi bir azar işitti ve sadakatsizlikle suçlandı.[1] Buna rağmen Rıza Paşa, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını okuldan atmadı. Yüksek notlarla Harbiye’yi bitiren Mustafa Kemal, yalnızca en iyi öğrencilerin kabul edildiği Harp Akademisi’ne girmeye hak kazandı. Harp Akademisini, kimi araştırmacılara göre Aralık 1904’te, kimi araştırmacılara göre ise Ocak 1905’te tamamlayan Mustafa Kemal, Kurmay Yüzbaşı rütbesini aldı ve atanmasını beklemeye başladı.[2] Mezun olan diğer arkadaşlarıyla birlikte atamalarını beklerken, ortaklaşa Sirkeci ya da Beyazıt civarında bir apartman dairesi kiralayarak burada buluşmaya başladılar.[3] Bir süre sonra aralarına Fethi adında bir Saray casusu sızdı.[4] Fethi, yeni mezun subayların yaptıkları toplantılarda dile getirdikleri konuları ve amaçlarını Saray’a düzenli olarak raporluyordu. Zaten Harbiye yıllarında çıkardıkları gazete yüzünden mimli olan bu subaylar ve önderleri Mustafa Kemal, Fethi’nin verdiği raporlar doğrultusunda iki gün içerisinde daha atamaları gerçekleştirilmeden bir bir tutuklandılar.[5] Tutuklanan Mustafa Kemal ve 11 subay arkadaşı Kızıl Zindan’a götürüldüler.[6] Sultan Abdülhamit’e suikast düzenlemekle suçlanıyorlardı.[7] Kızıl Zindan, ismini kırmızı tuğlalarından alan, İstanbul’un korku saçan bir tutukeviydi.[8] Halk arasında Kızıl Zindan olarak bilindiği kadar, Bekirağa Bölüğü ismiyle de tanınırdı. Beyazıt’ta, Osmanlı döneminde Harbiye Nezareti olarak kullanılan, bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez Binasının avlusunda yer alan tutukevi, yalnızca siyasi suçlular ile askeri tutukluları ağırlardı. Resmi adı İstanbul Muhafızlığı Dairesi idi. İşkence usulleriyle ünlü bu tutukevini 1887’den sonra yönetmeye başlayan Selim Bey, işkence yaptığı kişilerin ayak tırnaklarını söktüğü için “Tırnakçı Selim” olarak adlandırılmıştı.[9] Grubun lideri Mustafa Kemal olduğu için, tutuklananlar arasında en tehlikeli kişi olarak görülüyordu. Bu yüzden tek kişilik bir hücreye kondu.[10] Tutukluların akibeti ile ilgili bir sürü söylenti vardı. “Kimileri, mahkumlara işkence yapıldığını, kurbanların ıstıraplı çığlıkları yüzünden yakın çevrede oturanları uyku tutmadığını söylüyordu.”[11] Kimileriyse mahkumlara “ipek ip” verildiğini söylüyordu. İpek ip sultanın onurlandırmak istediklerine verdiği hediyeydi. Onurunu kırmak istediği insanlar ise asılıyordu. Onurlandırmak istediklerine ipek ipi verme sebebi, kendilerini asmalarıydı. “Bu korkunç evdeki tutuklular duruşmaya çıkmıyordu. Onlar en büyük yargıç olan sultanın kişisel tutuklularıydı. Komutan Mustafa da halk huzurunda mı idam edilecekti?”[12] Bu tutukevinden çok az kişi sağ çıkmıştı.[13] Eğer Sultan onu suçlu bulursa, herhangi bir mahkemeye gerek kalmadan muhtemelen boğulacak[14] “ya da Padişahın mükemmel bir hale getirdiği işkence sanatlarına maruz kalacaktı.”[15] Özetle “Yıldız’da kullanılan usuller biliniyordu ve gecenin birinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam edilmesi işten bile değildi.”[16]Durumları hiç de iç açıcı görünmüyordu ve bekleyebilecekleri en hafif ceza ordudan kovulmalarıydı.[17] Mustafa Kemal ile birlikte tutuklananlar arasında Ali Fuat Cebesoy da vardı. Babası bir Paşa olan Ali Fuat Cebesoy, konumlu bir aileden geldiği için, onu tutuklayan ve sorgulayan Paşa’ları daha önceden tanıyordu. Ali Fuat Cebesoy, tutuklanma ve sorgulanma anlarını anılarında ayrıntılı bir biçimde kaleme almıştır. Buna göre Ali Fuat Cebesoy’u tutuklayan kişi, dönemin baş hafiyelerinden birisi olan Eczacıbaşı Ahmet Refik Paşa’dır. Bu Paşa, Ali Fuat Cebesoy’un büyükannesinin ahretliği Munise Hanım’ın oğludur.[18] Ahmet Refik Paşa, Ali Fuat Cebesoy’un büyükannesi tarafından yetiştirilmiştir ve kendisini Ali Fuat’ın ailesinin bir üyesi olarak tanımlamaktadır.[19] Ali Fuat’ı tutuklayan Ahmet Refik Paşa, onu sorgulanmak üzere Saray’a getirir ve Kabasakal Mehmet Paşa’ya teslim eder. Kabasakal Mehmet Paşa da Ali Fuat’ı tanımaktadır. Ali Fuat’a ilk sorusu da şu olur: “İsmail Fazıl Paşa’nın oğlusunuz, değil mi?”[20] Dolayısıyla Ali Fuat Cebesoy’u hem onu tutuklayan Ahmet Refik Paşa, hem de onu sorgulayan Kabasakal Mehmet Paşa tanımakta ve onun bir Paşa’nın oğlu olduğunu da bilmektedirler. Dahası Ahmet Refik Paşa, kendisini Ali Fuat’ın ailesinin bir ferdi olarak görmektedir. Bu tanışıklıklara ve arada bir Paşa babanın bulunmasına karşın, sorgu bakın nasıl da çetin geçiyor. Ali Fuat Cebesoy’un anılarından doğrudan aktarıyorum: “Eczacıbaşı Refik Saray’da beni Kabasakal Mehmet Paşa’nın odasının yanındaki odaya bıraktı. (…) Bir süre odada yalnız kaldım. Yanımdaki odadan bazı sesler ve gürültüler geliyordu. Belki benden önce gelen veya zorla getirilen arkadaşlara zulüm yapıyorlar diye düşündüm. Acaba bunların arasında Mustafa Kemal de var mıydı? Gürültüler sona ererken içeriye bir perde çavuşu girdi, selam vermek gereğini bile duymadan: [Sf.94] “Buyrun Paşa Hazretlerinin yanına gideceğiz.” (…) Birden kendimi Kabasakal Mehmet Paşa’nın huzurunda buldum. Beni hemen tanıdı. “İsmail Fazıl Paşa’nın oğlusunuz, değil mi?” (…) “Herşeyi olduğu gibi anlatacağınızı Padişah Efendimiz’e olan bağlılığınızdan beklerim.” dedi. (…) Ne söylesem boştu. Sözlerimin yelpaze sakallı paşa üzerinde hiçbir etkisi olmadığını görüyordum. Zaten beni çok konuşturmadı: “Doğruyu söyleyecek misiniz, söylemeyecek misiniz, önce buna yanıt verin. Yoksa ben şiddet kullanmasını da bilirim.” (…) Paşa, oturduğu masadan öfkeyle kalktı, zile bastı. İçeriye uzun boylu, güçlü iki perde çavuşu girdi. Ben ne olacak diye bakıyordum. Kabasakal Mehmet Paşa masanın altından uzun bir değnek aldı ve çavuşlara: “Yüzbaşıyı çeviriniz, dayak cezası uygulayacağım.””[21] Ali Fuat Cebesoy’un anılarından anlaşıldığı üzere, Ali Fuat tutuklanan grubun lideri olmamasına ve bir Paşa oğlu olmasına karşın sorguda işkence ile konuşturulmaya çalışılmıştır. Oysa tutuklanan grubun lideri olan Mustafa Kemal, hem lider olması dolayısıyla daha tehlikeli bulunuyordu, hem de kendisini koruyup kollayacak bir Paşa babadan mahrumdu. Mustafa Kemal kimsesizdi ve tüm grubun beyni olarak görüldüğünden kendisini çok daha çetin bir sorgulama bekliyordu. Benzer bir kanı Ali Fuat Cebesoy’da da vardır ve dikkat edilirse, yukarıda alıntılanan bölümde, Ali Fuat ilk paragrafta yan tarafındaki odadan işkence sesleri geldiğini söyler ve yan odadaki kişiler arasında Mustafa Kemal’in de olabileceğini aklından geçirir. Zira sorgudaki kişiler işkenceden geçirilmektedir. Bu konuyla ilgili olarak doğrudan yazan araştırmacılar da vardır. Dietrich Gronau, Türkçe’ye de çevrilmiş olan kitabında, tutukluların sorgulama sırasında dayak olaylarına maruz kaldıklarını aktarmıştır.[22] Yine Orga&Orga, Mustafa Kemal’in iğrenç bir hücrede haftalarca yarı aç şekilde, ölüm tehditleri altında fiziksel cezalandırmalara uğradığını anlatır.[23] Atatürk üzerine en iyi biyografi olarak kabul edilen Lord Kinross da kitabında Mustafa Kemal’in sorgu sırasında epeyce hırpalandığını yazar.[24] Şimdi kısaca toparlamaya çalışıp, durumu bir gözden geçirelim. Mustafa Kemal Harbiye yıllarında başarılı bir öğrencidir fakat “Vatan” adında muhalif bir grup kurmuştur ve bu grupla birlikte bir korsan gazete yayınlayarak Padişah ve Saltanat aleyhindeki yazıları Harbiye’de dağıtmaktadır. Saray’a giden jurnaller sayesinde, daha sonra Mustafa Kemal’in sorgusunu gerçekleştirecek olan Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa bu gelişmelerden haberdar olur. Bunun üzerine Harbiye Müdürü Rıza Paşa’yı acil Saray’a çağırtır ve ona hakaretler ederek sadakatsizlikle suçlar. Rıza Paşa’nın okuldaki müdahalesi üzerine Mustafa Kemal gazete çıkarmayı sona erdirir fakat artık Saray’da mimlenmiş bir kişi olmuştur. Mustafa Kemal Harbiye’yi bitirip, Harp Akademisi’ne geçer ve buradan da mezun olur. Bununla birlikte yaptığı konuşmalar ve sohbetler yüzünden Saray kendisine halen şüpheyle yaklaşmaktadır. Mezuniyetin ardından, atamaları beklerken, Vatan grubu ile bir apartman dairesi kiralayıp, burada Saltanat ve Padişah karşıtı planlar yapan Mustafa Kemal, aralarına sızan Fethi adlı bir Saray casusu tarafından bir kez daha ihbar edilir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının suçlandığı konu bu kez yalnızca entelektüel bir direnişten çok daha ağır bir meseledir: Vatan grubu ve lideri Mustafa Kemal, Sultan Abdülhamit’e suikast düzenlemekle itham edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde Padişah’ı öldürmeye girişmekten daha ağır hiçbir suç yoktur. Bu nedenle sorgulamaları Saray’da yapılır, işkence yöntemleri ile ünlü olan Kızıl Zindan’a kapatılırlar. Bu sorgulama sırasında, babası Paşa olan bir şüpheliye bile işkence uygulanmak istenir. Üstelik bu kişi grubun lideri bile değildir. Dahası bu kişi, kendisinden başka kişilere de işkence yapıldığını kendi kulaklarıyla duymuştur. Kendisini koruyacak kimi kimsesi olmayan Mustafa Kemal ise Vatan grubunun lideridir ve bu nedenle daha tehlikeli bulunarak, aynı bir hücreye konmuştur. Sorgulaması da herkesinkinden daha uzun sürmüştür. Bu sorgunun diğer sorgulananlardan daha kanlı olacağı da şüphesizdir. Zaten bu olguyu dile getiren kaynakları da yukarıda verdim. Bu tutuklama ve sorgulama esnasında, ilginç olan şey Mustafa Kemal ve arkadaşlarının işkenceye uğraması değil – zira o dönemdeki mevcut şartlar altında bu çok normal karşılanan bir durumdu -, bu kadar ağır bir suçlamaya rağmen nasıl olup da yalnızca Şam’a sürgün edilerek ucuz kurtulduklarıdır. Görünen o ki, Abdülhamit sorgulamayı gayet ciddiye almıştı. Zira henüz Atatürk’ün de hayatta olduğu dönemde yazılan bazı kaynaklarda, Padişah’ın bizzat sorguları yan odadan dinlediği aktarılmıştır.[25] Bu suçlamanın yalnızca bir sürgün cezasıyla atlatılabilmesinin birkaç nedeni var. Bunların ilki, Harbiye Müdürü Rıza Paşa’nın, öğrencilerini sonuna dek savunmasıdır. Hatta Rıza Paşa’nın savunması olmasaydı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ölüm cezasından kurtulmalarının imkansız olduğunu iddia eden çalışmalar yayınlanmıştır.[26] Müdür Rıza Paşa’nın öğrencilerini savunması ise onun saltanat karşıtlığından değil, kendi sorumluluk alanından böyle bir tehlikenin doğmadığını göstermeye çalışmasından ileri gelmektedir. Zira Rıza Paşa bu olaydan birkaç yıl önce Nazır Zülüflü İsmail Paşa tarafından Mustafa Kemal ve arkadaşları için sertçe uyarılmış ve Padişah’a olan bağlılığı sorgulanmıştı. Rıza Paşa o zaman cezalandırmadığı öğrencilerini tehlikesiz olarak addetmişti. Şimdi onların büyük birer tehdit olduğunu kabul etmesi demek, geçmişte görevini layıkıyla yerine getirememiş olduğuna delalet edecekti. Bu da onu Padişah önünde suçlu konuma düşürüyordu. Bu nedenle Rıza Paşa, tüm soruşturma boyunca öğrencilerini sonuna değin korumuş ve savunmuştur. İkinci neden daha pratik bir sebepten kaynaklanıyor. İmparatorluk her açıdan olduğu gibi, askeri açıdan da çok zor durumdaydı ve iyi yetişmiş subay eksikliği en önemli gediklerden birisiydi. Mustafa Kemal’in Harp Akademisi’nden mezun olduğu yıl, Akademi sadece 37 mezun verebilmişti ve bunların yalnızca 13’ü kurmay subaydı. Yıllardır üzerilerine pek çok maddi ve manevi yatırım yapılan bu subayların tam mezun olur olmaz 12’sinin idamını gerçekleştirmek ülkeyi büyük zarara uğratmak anlamına geliyordu. Şimdiye değin yapılan yatırımlar bir yana, ordunun çok acil iyi yetişmiş, okullu subaylara ihtiyacı vardı ve 12 kişilik bu ülkenin en iyi eğitimli subaylarını tek kalemde ortadan kaldırmak pek mümkün görünmüyordu. Üçüncü neden ise, Abdülhamit’in denge siyasetinden kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal ve grubunu ilk keşfeden kişi olan Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa – ki Mustafa Kemal’in sorgusunu da bizzat kendisi gerçekleştirmişti[27] – Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kesinlikle ordudaki herkese ibret olacak şekilde cezalandırılmaları gerektiğini savunuyordu.[28]Bu durum Harbiye Müdürü Rıza Paşa ile Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa arasında ciddi bir fikir ayrılığına neden oluyordu Daha önce, amcası Abdülaziz’in, ordu komutanlarının uyumlu çalışması ve güçlerini birleştirmeleri sonucu tahttan düşürüldüğünü gören Abdülhamit, Paşalar arasındaki fikir ayrılıklarını beslemeyi uygun buluyor ve bu çatışmaların, Paşaların kendisine karşı birleşmesini engellediğini düşünüyordu. Bu nedenle hem iki Paşa’nın da söylediğini yapmayarak, hem de iki Paşayı da incitmeden, ama birini diğerine tercih ettiği izlenimini de vermeksizin, ortalama bir çıkar yol buldu. Yeni mezunları Zülüflü İsmail Paşa’nın söylediği gibi askerlikten kovmadı ya da idam ettirmedi fakat, Rıza Paşa’nın da söylediği gibi İkinci veya Üçüncü Ordu’lara yani Makedonya’ya da göndermedi. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Padişah’ın iradesiyle “kolayca bir vasıta bulup geri dönemeyecekleri bir yere gönderilmeleri” kaydıyla sürgün olarak Şam ve Beyrut’a gönderildiler.[29] Böylece hem yeni mezun parlak subaylara yeni bir şans veriliyor, hem de Paşalar arasındaki denge gözetiliyordu. Eğer yeni mezun subaylar orduya ayak uyduramaz ve yıkıcı faaliyetlere devam ederlerse, nasıl olsa derhal yok edilmeleri mümkündü. Padişah’ı ortadan kaldırmak suçu gerekçesiyle tutuklanıp, sorgulanan ve sorgulama sırasında dönemin şartları gereğince sert müdahalelere ve fiziksel işkenceye maruz kalan bu subayların, başlarından geçenlerden sonra uslanacakları düşünülüyordu fakat “Vatan” grubu zannedilenden çok daha mücadeleciydi. “Vatan”ın o günkü lideri Mustafa Kemal, sorgulanışından tam 18 yıl sonra hem Padişahı hem de saltanatı yıkacak, Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirecek ve yepyeni bir ülke kuracaktı. KAYNAKÇA Armstrong, H.C. (1996) Bozkurt, Arba, İstanbul Arsan, N. (1989) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 3, Ankara, AKDTYK Atay, F.R. (1966) Babanız Atatürk, İstanbul, Yayınevi Yazmıyor Atay, F.R. (2010) Çankaya, Pozitif, İstanbul Aydemir, Ş.S. (2009) Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt I, Remzi, İstanbul Benoist-Méchin (1999) Mustafa Kemal, Bir İmparatorluğun Ölümü, Bilgi, Ankara Cebesoy, A.F. (Tarihsiz) Sınıf Arkadaşım Atatürk, İnkılâp, İstanbul Charles H. Sherrill (1934) A Year’s Embassy to Mustafa Kemal, Charles Scribner’s Sons, New York Committee, (1961) Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Founder of the Turkish Republic, Turkish Ministry of Press Broadcasting and Tourism, Ankara Erden, A.F. (1952) Atatürk, Burhanettin Erenler, İstanbul Foot, M. (1938) “Out of Stamboul’s Red Gaol the leader came” Evening Standard, Friday, November, 11 Froembgen, H. (1937) Kemal Ataturk, A Biography, (Translated from German by Kenneth Kirkness) Hilman-Curl Inc. New York Glasneck, J. (1976) Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur, Ankara Grassi, F.L. (2009) Atatürk, Turkuvaz, İstanbul Gronau, D. (1994) Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu, Altın Kitaplar Kinross, L. (1967) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander, İstanbul Kolektif (1995) Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt II, Tarih Vakfı, İstanbul Lengyel, E. (1962) They Called Him Ataturk, The John Day Company, New York, 1962 Lütem, İ. (2002) Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü, Kendisi, Avrasya-Bir Vakfı, Ankara Macfie, A.L. (1994) Atatürk, Longman, New YorkMango, A. (2000) Atatürk, Sabah, İstanbul Mikusch, V.D. (1931) Mustapha Kemal, Between Eurpoe and Asia, (Translated by Linton, J.) William Heinemann Ltd, London Mütercimler, E. (2009) Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal, Alfa, İstanbul Orga, I. & Orga, M. (1962) Atatürk, Michael Joseph, London Sperco, W. (2001) Mustafa Kemal Atatürk 1881-1938, Bilgi, Ankara Su, M.K. (1981) En Büyük Türk’ten Bize, İnkılap ve Aka, İstanbul Şakir, Z. (1938) Atatürk, Büyük Şefin; Hususi-Askeri-Siyasi Hayatı, Ülkü Basımevi, İstanbul Tan, M.T. (1937) Atatürk, Kanaat Kitabevi, İstanbul Villatta, J.B. (2000) Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara Volkan, V. & Itzkowitz, N. (1984) The Immortal Atatürk, A Psychobiography, The University of Chicago Press, Chicago Walker, B.K. & Erol, F. & Erol, M. (1981) Özgürlük İçin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Yılları, Redhouse, İstanbul Yalman, A.E. (1922) Vakit, 10 Ocak [1] Cebesoy, A.F. (Tarihsiz) Sınıf Arkadaşım Atatürk, İnkılâp, İstanbul, sf.59,60 [2] Erden, A.F. (1952) Atatürk, Burhanettin Erenler, İstanbul, sf.9; Grassi, F.L. (2009) Atatürk, Turkuvaz, İstanbul, sf.43; Mango, A. (2000) Atatürk, Sabah, İstanbul, sf.55; Sperco, W. (2001) Mustafa Kemal Atatürk 1881-1938, Bilgi, Ankara, sf.20 [3] Mütercimler, E. (2009) Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal, Alfa, İstanbul, sf.119; Volkan, V. & Itzkowitz, N. (1984) The Immortal Atatürk, A Psychobiography, The University of Chicago Press, Chicago, sf. 50; Macfie, A.L. (1994) Atatürk, Longman, New York, sf.22; Lütem, İ. (2002) Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü, Kendisi, Avrasya-Bir Vakfı, Ankara, sf.21 [4] Şakir, Z. (1938) Atatürk, Büyük Şefin; Hususi-Askeri-Siyasi Hayatı, Ülkü Basımevi, İstanbul, sf.32; Froembgen, H. (1937) Kemal Ataturk, A Biography, (Translated from German by Kenneth Kirkness) Hilman-Curl Inc. New York, sf.55; Arsan, N. (1989) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 3, Ankara, AKDTYK, sf.42; Committee, (1961) Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Founder of the Turkish Republic, Turkish Ministry of Press Broadcasting and Tourism, Ankara, sf. 16 [5] Atay, F.R. (2010) Çankaya, Pozitif, İstanbul, sf.37; Yalman, A.E. (1922)Vakit, 10 Ocak [6] Armstrong, H.C. (1996) Bozkurt, Arba, İstanbul, sf.11; Şakir, Z. (1938)Atatürk, Büyük Şefin; Hususi-Askeri-Siyasi Hayatı, Ülkü Basımevi, İstanbul, sf.35 [7] Aydemir, Ş.S. (2009) Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt I, Remzi, İstanbul, Sf.80; Cebesoy, A.F., a.g.e., sf.90 [8] Walker, B.K. & Erol, F. & Erol, M. (1981) Özgürlük İçin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Yılları, Redhouse, İstanbul, sf.70 [9] Kolektif (1995) Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt II, Tarih Vakfı, İstanbul, sf.126-129 [10] Orga, I. & Orga, M. (1962) Atatürk, Michael Joseph, London, sf.22 [11] Lengyel, E. (1962) They Called Him Ataturk, The John Day Company, New York, 1962, sf.40 [12] A.g.e. [13] Glasneck, J. (1976) Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur, Ankara, sf.26; Walker, B.K. & Erol, F. & Erol, M. (1981) Özgürlük İçin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Yılları, Redhouse, İstanbul, sf.70 [14] Benoist-Méchin (1999) Mustafa Kemal, Bir İmparatorluğun Ölümü, Bilgi, Ankara, sf.76,77 [15] Foot, M. (1938) “Out of Stamboul’s Red Gaol the leader came” Evening Standard, Friday, November, 11 [16] Villatta, J.B. (2000) Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, sf.36 [17] Mikusch, V.D. (1931) Mustapha Kemal, Between Eurpoe and Asia, (Translated by Linton, J.) William Heinemann Ltd, London, sf.43 [18] Cebesoy, A.F. a.g.e., sf.90 [19] A.g.e., sf.91 [20] A.g.e., sf.94 [21] A.g.e., sf.93,94 [22] Gronau, D. (1994) Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu, Altın Kitaplar, sf.51 [23] Orga, I. & Orga, M. (1962) Atatürk, Michael Joseph, London, sf.22 [24] Kinross, L. (1967) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander, İstanbul, sf.47 [25] Tan, M.T. (1937) Atatürk, Kanaat Kitabevi, İstanbul, sf.18 [26] Su, M.K. (1981) En Büyük Türk’ten Bize, İnkılap ve Aka, İstanbul, sf.16 [27] Charles H. Sherrill (1934) A Year’s Embassy to Mustafa Kemal, Charles Scribner’s Sons, New York, sf.26; Cebesoy, A.F. a.g.e., sf.95,96 [28] Mikusch, V.D. (1931) Mustapha Kemal, Between Eurpoe and Asia, (Translated by Linton, J.) William Heinemann Ltd, London, sf.43; Villatta, J.B. (2000) Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, sf.36 [29] Lütem, İ. (2002) Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü, Kendisi, Avrasya-Bir Vakfı, Ankara, sf.21; Atay, F.R. (1966) Babanız Atatürk, İstanbul, Yayınevi Yazmıyor, sf.15 Bugün sözü Orhan Pamuk‘a bırakıyorum.. “Atatürk hakkında yakın çevresi ve arkadaşları tarafından yazılmış kitapları çocukluğumda çok severek okumuştum. Atatürk’ü tanıyıp gerçekten sevenlerce yazılmış bu kitapların aksine, ondan sonraki kuşakların Atatürk hayali, onun insani yanlarını görüp yazmamızı engelleyen yasaklar yüzünden otoriter bir üstün insan hayaline dönüştürülmüş, itibarılı adı çoğu zaman siyasal baskı ve yasakları meşrulaştırmak için kötüye kullanılmıştır. Bugün Türkiye’de uygulanan yasaklar yüzünden Atatürk’ten bir romanda normal bir insan olarak söz etmek ya da onun inandırıcı bir biyografisini yazıp mahkemeye düşmemek imkansızdır.” Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar, s.117 Thomas Bernhard’ın yaşamı gayrı meşru bir doğumun utancı, onu hor gördüğünü asla saklamayan bir anneyle geçen çocukluk yılları, kendisini defalarca ölümün kıyısına getiren fiziksel hastalıkları ve yanlış bir hekim teşhisi sonucu çok sevdiği büyükbabasının kaybı gibi yinelenen talihsizliklerle çizilmişti. Avusturyalı bir anne ve babanın kanını taşımasına karşın, evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya geldiği için, Avusturya’daki toplum baskısından kaçan annesi, onu Hollanda’nın Heerlen kentinde, bu tür doğumların yapıldığı bir manastırda doğurdu. Ancak Bernhard daha sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanında, Avusturya’da büyüdü.[1] On bir yaşında 1942’de Avusturya’nın Salzburg şehrinde bir yatılı liseye verilen Bernhard, bu kentteki öğrenimi boyunca müzik estetiği, keman ve şan dersleri aldı. 1940’ların sonunda ömrü boyunca yakasını bırakmayacak olan akciğer hastalığına tutuldu ve Grafenhof Sanatoryumunda tedavi gördüğü iki yıl süresince ardı ardına önce yaşamında en çok sevdiği kişi olan dedesini, bir yıl sonra da annesini kaybetti. Tedavisinin ardından Sanatoryumdan çıktığında artık genç bir gazeteciydi. Basılan ilk önemli eseri Auf der Erde und in der Hölle (Dünyada ve Cehennemde) adlı şiir kitabıydı ve bu eser 1957’de piyasaya sürüldü. Ancak Bernhard’ın yazar olarak geniş bir okuyucu çevresi tarafından kabul ve takdir edilişi 1963 ilkbaharında yayınlanan ve ilk romanı olan Frost (Don) ile gerçekleşti. Donyayınlandığında Bernhard Viyana’da teyzesinin yanında kalıyor ve inşaatlarda çalışıyor, çukur kazıyor, kamyon şoförlüğü yapıyordu. Bu çalışma eleştirmenlerce önemli bir edebiyat yapıtı olarak değerlendirildi ve Bernhard bu romanıyla Bremen Özgür Şehri Edebiyat Ödülü’nü aldı. Bu ödülden kazandığı paraya, yayıncısından aldığı miktarı ekleyen Bernhard yukarı Avusturya’da bir çiftlik evi satın aldı ve sık sık gerçekleşen yurtdışı gezileri dışında, yaşamının çoğunu romanında bahsettiği Avusturya kırsalındaki yalıtılmış bölgelerden biri olan bu çiftlik evinde geçirdi. Bununla birlikte Viyana’yla olan bağlantısını da hiç koparmadı. Düzenli ve sık aralıklarla Viyana’yı ziyaret etti ve yaşamı kırsalla şehir arasındaki bu gidiş gelişler arasında geçti. Bulunduğu yerden memnun olmama ve devamlı olarak bulunduğu yeri terk etme isteğine karşı koyamıyordu. Kırsaldan sıkıldığında Viyana’ya kaçıyor, oradan sıkılır sıkılmaz, çiftlik evine geri dönüyordu. İkisine de gidemeyeceğini anladığında –ki bu sık gerçekleşiyordu, kendisini Avusturya sınırları dışına atıyordu. Kitaplarını da bu kaçışları esnasında yazardı. Bir röportajında şöyle der: “Kitaplarımın her biri farklı yerlerde yaratılmıştır. Viyana’da, Brüksel’de, Yugoslavya’da herhangi bir yerde, Polonya’da. Aklımda bir yazı masası hiç olmadı. Ayrıca çok gürültülü ortamlarda yazdım. Ne bir vinç, ne gürültülü bir kalabalık, ne korna çalan bir tramvay, ne bir çamaşırhane ne de bir kasap beni rahatsız etti. Her zaman dilini bilmediğim bir ülkede çalışmaktan hoşlandım. Bu hep teşvik edici olmuştur.”[2] Bernhard yurt dışına kaçışlarında, ününü de beraberinde taşıdı. Başarısı Avusturya ve Almanya sınırlarını kolayca aşan Bernhard, özellikle kıta Avrupa’sının Latin ülkelerinde çok canlı bir ilgiyle karşılandı. İtalya, İspanya ve Fransa’da, Almanca çıkmış her kitabı çarçabuk çevrildi. Rusya ve eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki etkisi muazzam oldu ve Slav edebiyatında büyük kabul gördü. Bernhard yaşamı boyunca hatırı sayılır derecede yapıt verdi. Dokuz büyük roman, beş uzun öykü, dört ciltlik kısa öyküler, iki ciltlik kısa nesir, beş ciltlik bir özyaşamöyküsü, on sekiz sahne oyunu, birkaç tane kısa oyun, üç cilt şiir ve birçok röportaj. Üstelik Bernhard’ın bastırmamış olduğu yapıtları da hemen hemen basılmış olan yapıtlarına eşitti. Bu yapıtlar ona 1964’te Julius Campe Ödülünü, 1965’te Bremen Edebiyat Ödülünü, 1968’de Avusturya Devletinin Ödülüyle Anton Wildgans Ödülünü, 1970’de Alman Dil ve Edebiyat Akademisinin Georg Büchner Ödülünü, 1972’de Franz Theodor Csokor Ödülünü ve Adolf Grime Ödülünü, 1974’te Hannover Tiyatro Ödülünü ve Prix Seguier’i, 1976’da da Avusturya İktisatçılar Birliğinin Edebiyat Ödülünü kazandırdı. İki kez Alman PEN Kulübü tarafından Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterildi ancak ödülü alamadı. Bununla birlikte Nobel Edebiyat Ödülünü reddetmek için seve seve almak istediğini açıkladı.[3] Bernhard 1989’da 57 yaşında üzerine çok düşündüğü ve tüm kitaplarında işlediği ölüme kavuştu. * * * Kimliğini taşıdığı toprakların onu daha doğumundan itibaren başlayan ahlaki reddine, Bernhard tamamıyla aynı şekilde karşılık verdi ve bu cevabın keskinliğini ölümüne dek azaltmadı. Ölümünden iki gün önce yazdığı vasiyetnamesinde yaşarken yayınlamış olduğu ve öldükten sonra geride bırakacağı herhangi bir çalışmanın yasal telif hakları geçerliliğini koruduğu sürece Avusturya devletinin kabul görmüş sınırları içerisinde sahnelenmesini, yayınlanmasını ve seyirci önünde okunmasını yasaklamış, Avusturya devletiyle hiçbir işinin olmasını istemediğini, kendisini ilgilendiren işlere bu devletin burnunu sokmasına dayanamadığını ve bu yüzden de kişiliğine ve yapıtlarına el atmasına da sonsuza değin karşı çıktığını yazmıştı.[4] Bununla birlikte Bernhard’ın karşı çıktığı şey yanlıca Avusturya devleti değildir. Bernhard’ın romanları, bilindik romana hem biçem, hem de içerik açısından bir başkaldırıdır, geleneksel romanın hiçlenişidir. Avusturyalı bu özgün yazarın romanlarında okuyucu bir şeylerin eksik kaldığı hissine kapılır: güzel bir öykü yoktur, görkemli bir son yoktur. En geleneksel kurallar olan olayların gelişme örgüsü ile paragrafsal ve bölümsel parçalamalar yani pozitivist bir kurgu Bernhard’da tamamen yok edilir. Bernhard hiç paragraf kullanmaz ve romanlarını çeşitli bölümlere ayırmaz. Her türlü sınıflama ve gruplamayı reddeder, usun eşyayı mantıksal kategorilere ayırmasına bilinçli bir karşı çıkışla yaşamı bir bütün olarak algılar ve tüm bütünü okuyucuya sık geri dönüşlerle bir anda verir. Tüm roman aynı anda her yerden başlar ve aslında her yerde de biter. Bu yüzden Bernhard okuru romana istediği yerden başlayabilir ve istediği sayfaları yer değiştirebilir ve öykü yine de olay örgüsü bağlamında ilk halinden bir şey kaybetmez çünkü romanlarında bir olay örgüsü kurgulanmaz, romanları eylemsizdir. Bernhard’ın yapıtları aniden biter, açık kalırlar, açıktırlar. Bernhard’ın anlattığı öyküleri başkasına anlatamayız; her anlatı, bizim parçaları bir araya getirme girişimimize direnirler. Bernhard’ın metinleriyle karşılaşan biri, onun yazım biçeminin türdeş olduğu izlenimine kapılacak ve bu nedenle Bernhard’ın farklı kitaplarındaki metinlerin kitaplar arası yer değiştirebileceği gibi, yapıtların içindeki cümleler de yapıt içerisinde sınırsızca yer değiştirebileceği kanısına kapılacaktır. Bununla birlikte onun metinlerinin tekdüzeliği, dikkati yoğun olan bir okuyucu için keşfedilecek bir farklılıklar diyarıdır. Bir röportajında Bernhard bu tekdüzeliği çok özel yapan şeyi nitelemek için harika bir imge kullanır: “Beyaz bir duvara baktığınızda onun ne beyaz ne de çıplak olduğunu fark edersiniz. Eğer uzun bir süredir yalnızsanız ve yalnızlığa alışmışsanız ve yalnızlığa az çok idmanlıysanız, normal insanlar için (özsel olarak) çıplak olan yerlerde gittikçe farklı şeyler keşfetmeye başlarsınız. Duvarda çatlaklar, ince çatlaklar, engebeli yamalar, böcekler keşfedersiniz. Duvarlarda muazzam bir hareket vardır – gerçekte duvar ve bir kitabın sayfası tamamıyla birbirine benzer.”[5] Bu imgeyi ciddiye almak gerekir: Bernhard’ın metinleri beyaz bir duvardır ve onun çalışmalarını böyle bir tavırla incelemeye çağırılırız, duvardaki yarıkları, ince çatlakları, “muazzam hareket”i keşfeder gibi. Onda renklerin çeşitliliği tek renge indirgenmiştir, fresk silinerek beyaz bir duvarla yer değiştirmiştir ve okuyucu bu yüzden Bernhard’ı okurken beyaz bir zeminle ilgilenmek zorundadır. Bernhard’ın biçemi bizi özellikle hırpalar çünkü onun düz yazısı gerçekçi metinler için kullandığımız ölçütlerle ölçülemez. Kendisi de metinleri için her fırstta şunu vurgulamıştır: “Benim kitaplarımda her şey yapmadır”. Şeyleri ayırt edilebilir kılmak istediğinden şeylerin biçimlerini bozar, çarpıtır, yani abartırdı. Onun kahramanları her kurumu ve kavramı eleştirirken yerden yere vururlar. Eleştirilen şey daima en çürümüş ve en aşağılık olan şeydir. Bir süre sonra okuyucu bu dünyada en çürümüş ve en aşağılık olmayanın ne olduğunu kendisine sormaya başlar. Bernhard’ın yaptığı şey tam da sürekli abartmakla, gerçekte gerçekliğin ne denli kötü olduğunu gözler önüne sermektir. “Kötü gerçekliğin” yalnızca abartma sanatıyla sergilenebileceğini ve bunun ayrıca estetik bir duruş olduğunu düşünür. 1986 yılında yazdığı Yok Etme romanında, yaşamı sırasında bastırdığı son büyük yapıtında Bernhard abartma sanatından bahseder ve der ki: “Abartma yeteneğimiz olmasaydı(…)korkunç can sıkıcı bir yaşama mahkum olurduk, artık varolmaya değmeyen bir var oluşa. Ve ben abartma yeteneğimi akıl almaz bir düzeye çıkardım. Bir şeyi anlaşılabilir kılmak için, abartmak zorundayız(…)yalnızca abartma somutlaştırır.”[6] Bernhard’ın en vurucu biçimsel yeniliklerinden biri, anlatı yöntemi olarak tüm yapıta dağılmış olan tekrarları kullanışıdır. Bernhard’ın metinlerindeki sabır, ifadelerdeki ısrar, tekrarlamalar ve helezonluk, anlatılan süreci ilerletmeye değil, sürecin kendisine geri dönmek üzerine kuruludur. Bu geri dönüşler yani tekrarlamalar üç şekilde incelenebilir. Öncelikle Bernhard öz olarak aynı olan öyküyü her bir romanında tekrar tekrar yeniden anlatır. İkinci olarak, bu romanların tümünde her önemli sözcüğü ya da cümleyi bıkıp usanmadan bir çok kez tekrar eder. Son olarak öyküleri daima asıl karakterin konuşmalarını aynen aktaran başka şahısların ağzından anlatır. Yani kitabın ana anlatıcısı, asıl karakterin söylediklerini tekrar etmiş olur. Asıl karakterin sözlerini tekrarlayan kişi, yani kitabın ana anlatıcısı, tüm Bernhard romanlarında, asıl karakterin baskın kişiliğiyle iletişim kurarken kendi özgün kişiliğini kaybetme korkusunu sık sık okuyucuya iletir. Tüm kitap baskın karakterle, ondan etkilenen ve yaşamının belli bir döneminde o karakterin etkisine girmiş olan anlatıcı arasındaki rabıta içinde geçer. Bu yüzden aslında tüm Bernhard romanları her seferinde aynı felsefeyi yansıtan bir monologdur. Bernhard’ın odaklandığı ana karakterler kültürlü, hali vakti yerinde olan, atalarından kalan miras dolayısıyla çalışmak zorunda olmayan ve tüm vaktini kitap okuyarak, yalnız başına yürüyüşlere çıkarak, dünya ve ölüm üzerine düşünerek ve sonra da bu düşüncelerini öykünün anlatıcısı olan kişiye aktaran huzursuz ve insanlardan kaçarak toplum dışı bir yaşam sürdüren kişilerdir. Bernhard’ın asıl karakterleri kendileri için hem hapishane, hem de bir sığınak anlamı taşıyan kapalı yerlerde yaşarlar. Bu kişilerin kalabalığı, şehir yaşantısını arkalarında bırakıp, buraları terk etmeleri ve tenha, dar vadilere, kıra sığınmaları onların yaşamla olan sorunlarında hemen hiçbir değişiklik yapmaz. Böylece bir yanda iğrenç bir şehir tasavvuru yapılırken, kırsalın da ondan hiç aşağı kalır yanı olmadığı defalarca vurgulanır. İnsanın kaçacak, sığınacak hiçbir yeri yoktur. Şehri “sakinlerinin kalıtım ya da bulaşma yoluyla kaptıkları ölümcül bir hastalık” olarak betimleyen Bernhard, şehirde yaşayanların eğer doğru zamanda buradan ayrılmayı başaramamaları durumunda, önünde sonunda ya doğrudan veya dolaylı olarak intihar edeceklerini ya da piskoposluk kokan mimarisiyle ve politika ve Katolikliğin ahmakça bir karışımı olan bu ölümcül toprakta yavaş yavaş ve perişan bir şekilde öleceklerini söyler. Ona göre şehre biraz aşina olan herkes bilir ki, yüzeyde o bir hayal ve arzu mezarlığıdır, oysa altı dehşet vericidir.[7] Şehri böyle tanımlamasına karşın, Bernhard’da şehrin tümleyeni olan köy ve kırsal kesim betimlemeleri de aynı derecede serttir.[8] Üstelik bu saldırı Avusturya şehirlerine olan saldırılarından daha Avusturya karşıtıdır. Çünkü Avusturya geleneksel olarak kendisini güzel doğa çevresiyle tanımlanmış görmek isteyen bir ülkedir. Doğa az çok Avusturya kimliğinin garantörüdür ve bu güzel doğa bu doğal çevrede yaşayan insanların da iyi insanlar olduğunu garanti eder. Bu insanların iyi olmaları kadar da, doğa iyi ve güzeldir. Yani bu döngüsel argümanda doğa, Avusturyalı kimliği için bir tasdik edici konumundadır. Doğa Bernhard için tek kelimeyle “çürük”tür. Kırsal alanda her şey çürüktür. Kırsal alan insanlarının daha değerli olduklarını kabul etmek büyük bir yanılgıdır. Onlar günümüzün altinsanlarıdır. Genel olarak kırsal alanın kendisi şehirden daha bozulmuş, daha düşkünleşmiş, çok daha düşkünleşmiştir. Fazladan bir döküntüdür kırsal alan nüfusu.[9] Kırsalda yaşayan kişi zamanla aptallaşır, orası tatsız tuzsuz bir yerdir ve yalnızca sağlığa zarar verir.[10] Alman ve Avusturya edebiyatında mutlu insanların yaşadığı güzel doğa ve köy imajına saldıran Bernhard romantik edebiyatın insanın kirletmediği saflık sembolü olarak ele aldığı doğayı hastalıklı ve çirkin bir dünya olarak resmeder. Böylece insanın kendini kurtarabilmesi için doğaya kaçış da bir çözüm olmaktan çıkar. Bernhard’da dünyanın tüm huzursuzluklarından, acılarından ve ağrılarından yalnızca tek bir kurtuluş yolu vardır: ölüm…Kendi kendini imha eden dünyada zaten her şey ölüme yönlenmiştir. Bu dünyada varolabilmek demek ise akla aşırı derecede yüklenen bir konsantrasyonla düşünmek, bunun sonucu olarak da giderek insanlardan uzaklaşmak, dayanılmaz bir yalnızlık içinde tükenmektir. Bu insanın düşüncelerini anlatma denemesi, kendisini çok zorlar. Derdini anlatamama, insanın kullandığı kelimelerin bile tahrip aracına dönüşmesine yol açar. Artık iç dünyanın, baskı yapan dış dünyaya karşı ümitsiz direnişi vardır. Bu nedenle Bernhard kahramanlarının ağzından “Doğmak mutsuzluktur(…)yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu.”[11] “Ancak ölüm olabilir, büyük ağrıların sonu. Ölüm her şeyden kurtulmak anlamına geliyor; özellikle kendi kendimden(…)Ölümle yaptığım anlaşma iki taraf için de olabildiğince avantajlı ve mükemmel” gibi sözleri sık sık okuyucuya aktarır.[12] Bernhard’ın 1968 yılında Avusturya Ulusal Edebiyat Ödülünü kazandığında, ödül töreninde yaptığı ünlü sözleri burada hatırlatmakta yarar var: “Ölüm düşünüldüğünde, geriye kalan her şey saçmalıktır.”[13] NOTLAR [1] Thomas Bernhard’ın beş ciltlik özyaşam öyküsünün ilk iki cildi Türkçe’ye çevrilmiştir. Bkz. Bernhard, T. (1993) Neden (Çev. Tüzel, M.) Mitos Yayınları, İstanbul; Bernhard, T. (1994) Mahzen (Çev. Tüzel, M.) Mitos Yayınları, İstanbul [2] Interview with Asta Scheib, (1986) “From One Catastrope to the Next”, (Çev. Anja Zeidler )http://www.thomasbernhard.org/interviews/1986intas.shtml [3] Hofmann, K. (2000) Thomas Bernhard’la Konuşmalar, (Çev. Duru, S.)Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.77 [4] Pierre Daum, Avusturya’nın Thomas Bernhard’a Saygısızlığı, Liberation, 8 Ocak 2001 [5] Schmidt-Dengler, W. (2001) “Thomas Bernhard: The Portrait of the Author as an Artist of Exaggeration”, A Symposium on the Austrian Writer Thomas Bernhard, Tel Aviv University, The Institute for German History, Ocak 18 [6] Bernhard, T. (2005) Yok Etme (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.80, 81 [7] Bernhard, T. (1993) Gathering Evidence, (Çev. McLintock, D.) Vintage Boks, New York, s.79 [8] Bernhard, T. (2004) Bitik Adam, (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.21 [9] Bernhard, T. (2006) Don, (Çev. Tüzel, M.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.137,138 [10] Bernhard. T. (2004) Bitik Adam, s.24 [11] Bernhard. T. (2004) Bitik Adam, s.48 [12] Bernhard, T. (2001) Eski Ustalar, (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.18; Bernhard, T. (2006) Don, s.79 [13] Cousineau, T. (2001) “Thomas Bernhard”, Review of Contemporary Fiction, Vol.21, No.2 Hans Holbein 1521’de Basel’de, sonradan büyük ün kazanacak bir tablo boyadı: “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”. Bu tablo geleneksel din anlayışının, Reform hareketi ile sarsılmasının tuval üzerindeki ilk etkilerindendi. 30,5 cm eni ve 2 metrelik boyu ile boyutları da eski resimden bir farklılığa işaret eden “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”, İsa’yı, çarmıha gerilmesinin ardından göğe yükselmiş mutlu bir beden olarak değil, ağzı açılmış, gözleri yuvalarından kaymış, çürümeye yüz tutmuş bir ceset olarak gösteriyordu. Holbein’in çizimi, aradan yaklaşık 350 yıl geçtikten sonra, 1867 yılında, Cenevre’ye giderken, yol üzerinde müzeyi gezmek için Basel’de bir gün konaklayan Dostoyevski ailesi tarafından ziyaret edildi. Dostoyevski’nin eşi Anna tarafından kaleme alınan anılarda, bu tablo ile Dostoyevski’nin ilk karşılaşması anlatılmıştır. Buna göre Dostoyevski tablonun önünde donup kalırken, Anna’nın psikolojisi, bu kanlar içindeki İsa cesedinin önünde daha fazla durmasına izin vermemişti. Anna yirmi dakika sonra resmin sergilendiği salona geri döndüğünde eşi “sanki zincirlenmişcesine” hala aynı yerden tabloya bakıyordu. Dostoyevski’nin yüzünde “sara nöbetleri öncesindeki o müthiş korkunun izleri vardı”. Anna, Dostoyevski’nin koluna girip, onu salondan çıkarıp, bir sıraya oturtarak bozulan psikolojisini düzeltmeye çalıştı. Dostoyevski de yavaş yavaş sakinleşti. Bununla birlikte, müzdeden çıkmandan önce tabloyu bir kez daha görmek için ısrar etti. Tablodan sıradışı bir biçimde etkilenen Dostoyevski, Budala’da Holbein’in bu yapıtına özel bir yer ayırdı. Tablo, Budala’da ilk kez I. Kitabın, II. Bölümünün, IV. Sahnesinde ortaya çıkar; Rogojin’in evindeki odalardan birisinin kapı girişininin üzerine asılmaktadır. Rogojin ile Prens arasında geçen diyalogta, Rogojin, bu reprödüksiyonun babası tarafından satın alındığını ve pek çok kişi bu reprödüksiyonu satın almak istediği halde satmadığını ve bu resmi seyretmeyi sevdiğini Prens’e anlatır. Prens ise bu kopyanın, Holbein’in tablosunun kopyası olduğunu ve resmin orijinalini Avrupa’da görüp, bir türlü unutamadığını söyler. Bir sonraki sahnede Dostoyevski yeniden Holbein’in tablosuna döner ve Prens, Rogojin’in inancını sorgularken birden bu tabloyu anımsar ve “Holbein’in resmi de ne garipti öyle” diye düşünür. Tablonun, romandaki asıl ağırlığı ise, II. Kitap, I. Bölüm, VI. Sahnede, İppolit’in, intihar etme kararını açıkladığı mektubunu okuduğu sırada duyulmaktadır. Ippolit, bu tabloyu, Rogojin’in evinde görür ve tablodan bir rahatsızlığa kapılır. İsa’nın gerek çarmıhta, gerekse de çarmıhtan indirildikten sonra yüzünün olağanüstü güzel olarak çizilmesine alışmış olan Ippolit, Rogojin’deki tabloda bu güzellikten eser olmadığını, “çarmıha gerilmeden önce dayanılmaz işkencelere uğramış, yaralanmış, askerlerin elinde dövülmüş, halkça taşlanmış, haçı taşırken düşmüş ve en sonunda çarmıha çakılıp, 6 saatlik bir işkencenin ardından ölmüş bir insanın tıpa tıp resmiydi bu”. Ve ardından şu kritik soruyu sorar: böylesine işkenceyle ölmüş bir ölünün, insan nasıl olur da yeniden ölümden döneceğine inanır? Resim, Ippolit’in kendi önemsizliğinin ayırtına varmasına neden olur ve ne inancı varsa onu öldürür. Aynı zamanda Ippolit, tabloda kendisini kıstıran doğa gücünün bir sembolik açıklamasını bulur. Eğer ölüm bu kadar korkunçsa ve eğer doğanın yasaları da bu kadar güçlüyse, o halde bunların üstesinden nasıl gelinebilir ki? Tablo, Ippolit’de her şeyi kontrol eden karanlık, aşağılayıcı, duygusuz ve her şeye kadir bir sonsuz güç izlenimini uyandırır; bu, onun varlığını boğan ve onu kendi güçsüzlüğün ve aşağılığının bilinçsizce farkına varmasını sağlayan bir fikirdir. Holbein’in tablosundaki güçsüz ve sıradan insan figürü, Ippolit’in, İsa’nın kutsal olduğuna dair inancını sarsar ve onun Tanrı’ya olan imanını yıkar. Verem hastası 18 yaşındaki Ippolit, aslında kısa ömrü boyunca Tanrı ile yarışmaya çalışmış, kendisine Tanrısal bir rol biçmeye kalkmıştır. Bununla birlikte, ölümsüz Tanrı’nın karşısında, doktorun yalnızca 15 gün biçtiği bir ölümlü olarak Tanrı’yla giriştiği savaşı yitirmiştir. Savaşı yitiren kibirli Ippolit, bunun üzerine Tanrı’yı ortadan kaldırmayı dener. Holbein’in resmi de ona bu imkanı sunar ve Ippolit bu tabloyla birlikte, Tanrı’nın varlığını inkar eder. Ancak bu inkar ediş aslında Tanrı’nın felsefi bir inkarı değil, Ippolit’in konvansiyonel ihtiyaçları doğrultusunda öldürmek istediği Tanrı’nın öldüğünü gösteren bir tablodan alınan cesaretten ibarettir. Bu anlamda Ippolit Tanrı’yı reddetmeyen fakat Tanrı’nın dünyasını kabul etmeyi reddeden Ivan Karamazov’u önceler. Yaşamını Tanrı’nın değil, kendi kendisinin yönettiğini ispatlamak isteyen Ippolit’e göre, kendi özgür iradesini başlatabilecek ve sona erdirebilecek olan tek eylem intihardır. Zira yalnızca 15 günlük ömrü kalmıştır ve Tanrı onu bu sürenin sonunda öldürecektir. Tanrı’yla rekabet etmeye çalışan Ippolit ise, Tanrı’yı alt edebilmek adına, kendi canını almayı Tanrı’ya bırakmamaya ve kendi canını kendi eliyle almaya karar verir. Niyet edilmiş intihar, bir çaresizlik ve kendi arzularına ve isteklerine tamamıyla kayıtsız olan doğa yasalarına karşı bir meydan okumadır. Bu, Prens tarafından savunulan Hıristiyan alçakgönüllülüğüne karşıt bir kendi kendini savunma ve inatçılık ifadesidir. Ippolit’in durumu umutsuzdur çünkü her durumda yakında tükenerek ölmeye mahkûmdur. Ancak o, kaderin kendisini yönetmesini reddeder; Doğaya, kendi doğal yaşamının normal akışını bozmaya çalışarak, kendisine isteyerek son vererek meydan okumaya çalışır. Dostoyevski’nin pek çok rasyonel entelektüeli gibi Ippolit de içsel şüpheler ile içsel uyuşmazlıklar tarafından hırpalanmıştır. Ippolit kindar, acılı ve benmerkezcidir. Başkalarına yardım etmesi başkalarını düşündüğünden değil fakat temasa geçtiği kişilerin saygılarını ve takdirlerini kazanmak istemesindendir. Metafiziksel açıdan Ippolit şeylerin kurulu düzenini kabul etmeyi reddeden bir isyankârdır. Bununla birlikte sıradan günlük yaşamda Ippolit, yaklaşan ölümünün adilliğini sorgulayan ve kaçınılmazlığını kabul etmeyi reddeden hasta bir adamdır. Ippolit yaşamayı çok istemektedir ve isyanı bir anlamda ne zaman ve kime vuracağı belli olmayan doğanın yıkıcı potansiyeline karşıdır. Aslında Ippolit’in isyanı ölümün kaçınılmazlığınadır, daha doğrusu kendi ölümüne karşıdır. Ippolit ölümün üstesinden ölümle gelmek istemektedir. Budala’ya ilişkin defterlerinde Dostoyevski’nin Ippolit’i canlı mı bırakacağını yoksa ölümle mi sonlandıracağına dair tam emin olmadığını görürüz. Romanın nihai versiyonunda Ippolit başarısız bir intihar girişiminde bulunur. Silah tutukluk yapmaz fakat görünüşe göre Ippolit tabancasının ateşleme kapsülünü yerleştirmeyi unutmuştur. Böylece Ippolit’in kendisini yok etme girişimi bir acılı bir maskaralığa dönüşür. Psikolojik bakımdan ise, girişilen intihar başarısızlıkla sonuçlanır çünkü Ippolit’in yaşamak için büyük bir arzusu vardır. O zamana değin, tedavi edilemeyen hastalığının farkında olmasına karşın halen yaşama tutunmaktadır. Ippolit kendi umutsuz durumunu oldukça iyi bir şekilde anladığını, fakat yaşamayı bundan daha çaresizce istediğini itiraf eder. Felsefi bakımdan ise Dostoyevski’nin Ippolit’i, Ippolit’in ölümü hiçbir şeyi kanıtlamayacağı için kurtardığını ileri sürmek mümkündür. Budala için tuttuğu defterlerinde Dostoyevski’nin Ippolit’in intiharını boşuna bir eylem olarak, “zayıf bir karakterin boşunalığı” olarak gördüğü açıktır. Ippolit, ölmek istediğinden daha fazla yaşamak ister ve bu nedenle onun intihar girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Kadere boyun eğer ve eceliyle ölür. Ippolit’in intihar girişimini, felsefi bir karardan ziyade, psikolojik bir ihtiyaç olarak görmek de mümkündür. Ippolit’in eylemi bir sosyal iletişim, bir dikkat çekmeye çalışma girişimi, yardım için umutsuz bir çığlıktır. Ippolit’in mücadelesi, beklenildiği ve kaçınılmaz şekilde, Tanrı’nın zaferiyle sonuçlanır. Ippolit, eceliyle ölerek, zaferi Tanrı’ya kaptırır. Tüm dünyaya hükmetmek isteyen veremli çocuk, başkalarına mutluluk veremediği için, onları hiç değilse mutsuzlukla yönetmek ister ve bulunduğu her ortamda çevresine mutsuzluk ve huzursuzluk saçar. Ne yazık ki sonunda çok mutsuz bir yaşamın nihayetinde, kan kusarak sonlanan hayatı ile insanın Tanrı karşısındaki acizliğini gösterir ve Budala’nın yan olay örgülerinden birisinin kahramanı olan Ippolit, aslında romanın asli felsefi damarını oluşturur. Son iki yılda üç senaryo kaleme aldım. Bunlardan ilki Dostoyevski’nin kısa bir öyküsü olan “Gülünç Bir Adamın Düşü”nün senaryo uyarlaması idi. Elli sayfalık senaryoyu siyah beyaz bir çizgi roman olarak çizdirdim. Fakat sonra yayınlama konusunda ciddi bir tereddüt yaşadım ve bir süreliğine bu çizgi romanı yayınlamayı erteledim. Bir ihtimal ilerleyen günlerde İstanbul Dostoyevski Topluluğu’nun (www.dostoyevski.org) internet sitesinden ücretsiz olarak bu yapıtı yayınlayabilirim. Bir yayınevine vererek kitapçılarda satışa da çıkarabilirim. Henüz karar veremedim. Bu konudaki tereddütüm, ilk senaryo çalışmam olduğu için, istediğim kadar iyi seviyede bir yapıt olmamasından kaynaklanıyor. İkinci yazdığım senaryo, Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye yıllarını konu alan Genç Mustafa adlı yapıttı. Bu çalışma 2010 yılında 128 sayfalık bir çizgi roman olarak yayınlandı. Üçüncü yazdığım senaryo ise, Genç Mustafa’nın ikinci cildi olan Sürgün Kemal adlı, Atatürk’ün gençlik yıllarındaki sürgün dönemini anlatıyor. Bu cilt şu an çiziliyor. 2011 yılı içerisinde yayınlanacağını tahmin ediyorum. Bununla birlikte, Türkiye’deki kültür dünyasının son yıllarda önemli aşamalar kaydetse de, küresel bağlamda henüz önemli bir aktör olmaması dolayısıyla, istediğim kalitede ve istediğim özgünlükte yapıt ortaya koymak konusunda çeşitli sorunlarla karşılaşıyorum. Bu sorunların belli başlıcaları Türkiye’deki genel kitap satışlarının düşük olması, düşünce özgürlüğünün bulunmaması (son kitabım yüzünden Savcılığın bana açtığı dava ile uğraşıyorum, benim dışımda pek çok gazeteci ve yazar da ne yazık ki düşünceleri ve yazdıkları yüzünden hapiste bulunuyorlar) ve Türkiye’deki genel merak konuları ile benim meraklı olduğum konuların çakışmaması. Genel kitap satışlarının düşük olması, yazarlığı bir meslek olmaktan çıkarıyor ve bir hobi haline getiriyor. Zira yazarak yaşamını geçindirmek birkaç yazar dışında Türkiye’de bu satış miktarları ile imkansız. Bu durum yazarlık mesleğini ulusal sınırlar içerisinde lağv ediyor. Düşünce özgürlüğünün bulunmaması ise, hobi olarak yapılan bu işi yapan kişiyi, her an hapse atmakla tehdit ediyor ve ciddi bir otosansür yaratıyor. Toplum ile yazarın ilgilendiği konular arasındaki ciddi aykırılıklar ise, yazarın ortaya koyduğu teorinin, düşüncenin ya da sanat eserinin başka zihinlerce yeniden yazılmasına izin vermiyor ve tamamen yalnız bırakıyor. Bu ve daha bunlar gibi pek çok nedenden ötürü, yurtdışına açılmak ve küresel bazda çalışmalar yapmak istiyorum. Üzerilerine çok fazla çalıştığım, tüm yazdıkları kitapları defalarca okumamın yanı sıra, üzerilerine yazılmış neredeyse tüm İngilizce kaynakları da elden geçirmiş olduğum iki kişiyi bu konuda ilk hedeflerim olarak belirledim. Bunların ilki ünlü Fransız felsefeci Jean Paul Sartre, ikincisi de ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevski. Kıta Avrupa’sının ürettiği felsefe metinlerine bolca bakma fırsatı bulduğum 2000’li yıllarda, Alman felsefesinin “köken” meselesiyle, Fransız felsefesinin de “şimdiki zaman”la ilgilendiğine dair bir kanaat geliştirdim. Alman felsefesi kavramların, kurumların ve varlıkların ortaya çıkış aşamalarına odaklanıp, dünyayı bu köken meselesiyle kavramaya çalışırken, Fransız felsefesi, kavram, varlık ve kurumların, çağdaş konumlarına ilişkin düşünceler ortaya koyuyorlardı. Fransız üretimi felsefeye Descartes’tan Derrida’ya değin bayılsam da, düşünce pratiğim çeşitli konularda Alman felsefesinde olduğu gibi köken meselesine takılı kaldı. “Her şey başlangıçta nasıldı” sorusu, rasyonel bir biçimde açıklamaya çalışmadığım halde ilgimi çekiyor. Bu nedenle Atatürk üzerine yaptığım çalışmada olduğu gibi, Sartre ve Dostoyevski’de de onların düşüncelerinin oluşmaya başladığı ilk gençlik dönemleri daha çok ilgimi çekiyor. Ergenlikten hemen sonra başlayan ve henüz onların ünlü birer figüre dönüşmeden sona eren bu ilk gençlik süreci, onları sıradan insanlar olarak görebilmemize daha çok olanak tanıdığı gibi, onlarda sıra dışı olanın ne olduğuna dair de bize bir projektör tutuyor. Sartre’a ilişkin senaryoyu daha önce yazacağımı sanıyordum fakat sonradan çeşitli nedenlerden ötürü Dostoyevski’yi öne aldım. Şu an Dostoyevski’nin İdamı adını taşıyacak olan senaryomun sinopsisi üzerinde çalışıyorum. Öykü biyografik bir temelde, Dostoyevski’nin 1839-1849 yılları arasındaki on yıllık serüvenini konu alıyor. 1821’de Moskova’da doğan Dostoyevski’nin doğum yerine karşın, kitaplarında neredeyse yalnızca St. Petersburg’u anlatacağı ömrünün 18 ile 28 yaşları arasındaki ilk gençliği, Dostoyevski ile ilgili doğrudan sıkı bir okuma yapmayan genel okuyucuyu pek şaşırtacak birçok ilginç ayrıntı, acı ve az da olsa sevinçle doludur. Bu on yıllık süreç, iyi bir anlatım ve şık bir kurguyla hoş bir yapıta dönüşme potansiyeli taşıyor. Ne yazık ki ülkemizde pek ilgi çekecek bir konu değil. Bu nedenle Dostoyevski’nin İdamı, şansını yurt dışında deneyecek. Umarım zor ve sancılı bir sürecin sonunda ortaya başarılı ve tatmin edici bir performans çıkar. Ben kendi istediğim senaryoyu kaleme alacağım. Umarım zihnim ile küresel okuyucuların zihinleri ortak temalarda ve ortak sanat zevklerinde buluşabilirler de, ortaya hoş seyirlik bir çalışma çıkar. Geride bıraktığımız 2010 yılında Atatürk’ün Harbiye yıllarını anlatan bir senaryo kaleme aldım. Drama senaryosunu bir film olarak seyirciyle buluşturmak dönem kostümleri ve mekanlarının aşırı pahalılığı, oyuncu maliyetleri, kamera ve ekipman kiraları ve dağıtıma ilişkin yüksek giderler yüzünden elimizdeki bütçe ile mümkün değildi. Bu nedenle senaryoyu bir grafik roman (çizgi roman) olarak hayata geçirdim. Genç Mustafa adı ile yayınlanan kitap önemli bir satış rakamı yakaladı ve çok çeşitli tartışmalara neden oldu. Bu tartışmalar bir yerden sonra öyle bir arttı ki, Atatürk hayranı bir yazar tarafından yazılmış bu senaryo, bazı medya organlarınca Atatürk’e hakaret ettiği iddia edilen bir metne dönüştürüldü. Bu garip gelişmeyi, o dönemin ana muhalefet partisi olan CHP’li bir milletvekilinin Genç Mustafanedeniyle benim ve kitabın çizeri hakkında, Atatürk’e hakaret ettiğimiz gerekçesiyle suç duyurusunda bulunması izledi. Ortada böyle bir suç bulunmaması nedeniyle, Savcılığın bir dava açmayacağını düşünüyordum. Fakat öğrendim ki, Savcılık bu konuda davayı açtı. Davanın nasıl bir yön izleyeceğini ilerleyen günlerde göreceğiz. Bununla birlikte, senaryomda ve kitapta Atatürk’e elbette hiçbir hakaret bulunmadığı için, suç işlemediğimize dair kuvvetli bilgimiz ve farkındalığımız yüzünden bir endişe taşımıyorum. Sanat ve bilim üzerine yüzyıllardır süren klasik bir tartışma vardır. Bu tartışma “sanatın sanat için olduğu” önermesi ile “sanatın toplum için” olduğu önermesi arasındadır. Bu tartışmanın yalnızca bir tarafında durmak ve birini seçtikten sonra, diğerini top yekün yadsımak pek mümkün değil. Kişi olsa olsa ağırlıklı olarak bir seçeneği seçer ve diğerine daha az önem verir fakat onu tamamıyla yok saymaz. Benim de, – daha sonra değişebilme ihtimalini de göz önünde bulundurmama rağmen – bilim ve sanatsal üretime ilişkin tutumum daha çok bireysel bir kodlama. Bu konulardaki üretim meselesini, topluma yararlı olacak yapıtlardan çok, bireyin dünyayı kavrama biçiminin kavramdan varlığa geçişi olarak görüyorum. Kısacası sanatın kesinlikle toplumsal bir yönü olduğunu unutmadan, sanatı bireysel bir algılayış yöntemi olarak algılıyorum. Atatürk üzerine gerçekleştirdiğim senaryo ile, Atatürk’ün gençlik yılları üzerine tarihsel kaynakları kullanarak, görece az bilinen gerçekliklerden, sanatsal bir kurgu oluşturmuştum. Tarihsel olarak hem bir ulusun, hem de geniş bir coğrafi bölgenin (Balkanlar ve Ortadoğu) kaderini neredeyse çoğu açıdan tamamen etkileyen çok güçlü bir karakterin gençlik yıllarının yeniden yorumlanması çok ilgimi çekiyordu. Büyük bir ilgi ve zevkle çalıştım. Ortaya çıkan Genç Mustafa da pek çok açıdan tatmin ediciydi. Fakat kitabımın sanatsal değil, politik bir imge olarak tartışılması ve daha acı olanı da, politik olarak yanlışlıklar zinciri etrafında tartışılması Camus’nün sözcükleriyle söylersem “absürd”dü. Kitabım sürreal bir biçimde anti cumhuriyetçi bir siyasi görüşün tetikçisi olarak lanse edildi ki, kitap yalnızca siyaseten ele alındığında tam da cumhuriyetçi görüşün bir temsiliydi. Bu nedenle senaryom hem istediğim gibi bilimsel ve sanatsal anlamda değil de siyasal anlamda gündem oldu. Hem de siyasal anlamda da ilginç bir şekilde tam da karşıt olduğu şeyle suçlandı. Genç Mustafa’ya ilişkin yapılan tüm tartışmalar, benim istemediğim her şeyi içerdi. Basında tartışılan senaryo ile, benim senaryom arasında hiçbir benzerlik bulamıyorum. |
YALIN ALPAYArchives
July 2013
Categories
All
|