1930’lu yıllarda inşa edilen Türk kimliği aslında bir tez değil, bir anti-tezdi ve Türklük üzerine hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de Batı dünyasının ‘Türk’ tezini çürütmek için icat edilmişti. Zafer Toprak’ın on sekiz makaleden oluşan ‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji’ adlı kitabı, Cumhuriyet döneminde inşa edilmek zorunda kalınan Türk kimliğinin antropolojik icadına odaklanıyor. Yirminci yüzyılın hemen başında küresel eğilimin ‘ulus-devlet’ adı altında; sınırları net bir şekilde çizilmiş toprak parçaları üzerinde, aynı dili konuşan ve ‘aynı köklü geçmişin’ ürünleri olan insan topluluklarının, kendi aralarındaki bu bağı sağlayan imgelere gönderme yaparak tasarladıkları siyasal örgütlenme biçimleri, 20. yüzyılın haritalarında büyük ve köklü değişimler yarattı. Ulus devlet oluşturma çabalarının yapıbozuma uğratacağı ilk siyasi yapılar, doğal olarak çok uluslu olanlardı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu toprakları birçok yeni ve bağımsız farklı siyasal yapının kontrolüne geçerek bölündü. Ve öyle görünüyor ki, bu bölünmeye en hazırlıksız yakalanan grup, Avrupa’da Osmanlı imajı ile bir tutulan, yani yönetici sınıf olarak algılanan Türklerdi. Bu yüzden 1913-1938 yılları arasındaki çeyrek yüzyıllık dönem, Türkler için bu hazırlıksız yakalanışın izlerini silebilmek yolunda büyük çabalar harcanan, ancak her adımında hazırlıksız oluşun açık bir şekilde sırıttığı bir zaman dilimi olmuştur. ELDE KALAN SON KİMLİK Şu bir gerçek ki, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin, dağılmaya yüz tutan imparatorluğu bir arada tutabilmek için sarılacakları en son kimlik Türkçülüktü. Zira çok uluslu bir yapıyı korumak için etnik kimliklere değil, çatı kimliklere ihtiyaç vardı ve bu nedenle imparatorluğu etnik bir kimlikle tanımlamak, diğer tüm ulusçu hareketleri kışkırtmak anlamına geliyordu. İttihat ve Terakki, Türkçü bir örgüt olsa da, Osmanlıcılık hareketinden yanaydı ve siyasetini de bunun üzerine kuruyordu. Ancak 1913’teki Balkan Savaşları sonunda, Balkan uluslarının imparatorluktan bağımsızlıklarını elde ederek ayrılmaları planları değiştirdi. Yeni düzende, imparatorluğun Avrupa’daki topraklarıyla birlikte gayrimüslim nüfusun da büyük bölümü kaybedilmişti. Arap yarımadası ve Anadolu’dan oluşan yeni siyasi haritada Doğu’daki 6 il dışında nüfus çoğunluğunu ezici bir şekilde Müslümanlar oluşturuyordu. Bu altı ildeki gayrimüslim olan Ermeniler, tehcir kararıyla diğer illere dağıtılınca ve bu zorunlu göç sırasında da ciddi bir Ermeni nüfusu ortadan kalkınca, imparatorluk toprakları üzerinde İslamcılık siyaseti gütmek için uygun bir ortam oluşmuştu. Fakat Arapların İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu’ndan savaşarak ayrılmaları sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde yalnızca Anadolu toprakları kaldı. Bundan böyle elde bulunan tek siyasi malzeme ve kimlik olanağı Türklerdi. OSMANLI’DA TÜRK OLMANIN ANLAMI Türk kimliğiyse hem içte hem de dışta kötü bir üne ve itibara sahipti. İçte, soylu Türk ailelerinin daha I. Murat’tan itibaren siyasi iktidar hesapları nedeniyle bilinçli olarak sistemli bir şekilde geri itilmesi ve devşirmelerin ön plana çıkarılması, aynı güdülerle Türklerin eğitim olanaklarının ve saray içerisinde yükselme şanslarının ortadan kaldırılması siyasi bir tercihti. Bugün Ankara’nın doğusunda Osmanlı eserlerine değil, Selçuklu eserlerine rastlamamız, Osmanlı İmparatorluğu’nun bayındırlık anlamında da Türklerin yoğun olarak yaşadığı Anadolu’yu bilinçli olarak yatırımsız bırakmaya çalıştıklarını göstermektedir. Osmanlı sarayında yöneticilik yapan devşirmelerin Türkleri ‘etrak-ı bi idrak’ (idrakten yoksun Türkler) olarak tanımlamaları da bu projenin metinsel göstergesiydi. 1897’de Osmanlı topraklarındaki gezisini kaleme alan bir İngiliz gezgin, ‘Türk kafa’ tanımlamasının, ‘kalın kafalı’ anlamına geldiğini yazıyordu. Dışta da Türk kimliğinin itibarı pek parlak değildi. Türkler Avrupalı tarihçiler tarafından yağmacı, göçebe, barbar, gelişmekten yoksun, vahşi ve şiddet düşkünü varlıklar olarak tanımlanıyordu. Yani Türklük hem içeride, hem de dışarıda açık bir aşağılama ifadesiydi. Bu yüzden sarılmak zorunda kalınan Türk kimliği, yeniden yapılandırılıp, olumlulaştırılmadığı takdirde başarısız olmaya mahkum bir siyasi girişimdi. Türk tarihinin baştan yazılması gerekiyordu ancak bu yönde ne Osmanlılardan kalan bir kaynak vardı ne de tüm tarihi baştan yazabilecek nitelikte bir tarihçi. İşte ulusal Türk tarihi yazımı çabaları bu olumsuzlukların bağrından yola çıkmak zorunda kaldı. Zafer Toprak’ın on sekiz makaleden oluşan hacimli kitabı, yukarıda anlatılan konulara pek değinmeden, bu geçmiş yüzünden Cumhuriyet döneminde inşa edilmek zorunda kalınan Türk kimliğinin antropolojik icadına odaklanmıştır. O dönemde Avrupa’daki genel hava bilimin her şeyi çözebildiğini, her şeyin bir sayısal değeri olduğunu ve ırkın da ölçülebilir fiziksel özelliklere sahip olduğunu, bu özelliklerin de insanlar arasındaki hiyerarşiyi oluşturduğunu kabul etmişti. Avrupa merkezli bu ‘bilimsel’ tez, Türkleri de sarı ırka mensup bir halk kabul ederek, medeniyet üretmede aşağı bir ırk kalıbına sokuyor, Türkler bilimsel bir şekilde medeniyet kuramayan bir halk şeklinde tanımlanıyordu. Üstün ırkların, aşağı ırkların kaderini belirlemedeki özgürlüklerine sınırsız inancın bir tezahürü olan ve 55 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan II. Dünya Savaşı, Avrupa’nın bu ruh halini en iyi şekilde yansıtıyordu. Zafer Toprak’ın kıymetli yapıtı, Türkiye’nin, zararları II. Dünya Savaşı’nda zincirlerinden boşanırcasına ortaya çıkan ‘bilimsel’ ırklar hiyerarşisi görüşü bağlamında, Türkiye’nin kendisini Avrupa’nın kullandığı ‘bilimsel’ yöntemlerle nasıl üstün ve medeniyet kurucusu bir ırk olduğunu ileri sürmesinin tarihini anlatmaktadır. Bugün bazı araştırmacılar tarafından o dönemde ileri sürülen Türk Tarih Tezi çeşitli hırçın eleştirilere uğrasa da, tez, Türk kimliğine içte ve dışta ciddi bir itibar kazandırmış ve bugünkü Türkiye’nin varoluşu için gerekli ortamı sağlamıştır. Yalın Alpay (2012) “Türklüğün Antropolojik İcadı” Akşam Kitap, Sayı:18, s.17 KARTAL 2. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ SAYIN HAKİMLİĞİ’NE
DOSYA NO : 2011/ 593 Esas SANIK : Yalın ALPAY VEKİLİ : Av. Kemal LEVENT, Av. Ersan BARKIN KONU : Esas hakkındaki savunmalarım ve beyanlarımı içerir dilekçedir. AÇIKLAMALAR : “Adalar C.Başsavcılığının 11.04.2011 gün 2011/197 soruşturma, 125 esas, 46 nolu iddianamesinde sanıklara “Genç Mustafa” isimli eserde elleri bağlı olarak darpedildiği, burnundan kanlar akarak yere düştüğü, sopa ile darp edildiği şeklinde gösterilerek Ben Ali Fuat isimli bölümde içki düşkünü; Ben Zülüflü İsmail Paşa bölümünde, Zülüflü’nün düşüncesi ile hain olarak tanımlanmak suretiyle aciz gösterilip, hakaret edildiği bahsi ile 5816 Sayılı Yasanın 1/1, 2/1, TCK 53/1 maddeleri uyarınca cezalandırılmaları istemi ile kamu davası açılmıştır.” 1- Hayatım boyunca yasalara uyan birisi oldum. Toplum için asla bir tehdit oluşturmadım ve elimden geldiği kadar yaşadığım topluma faydalı olmaya çalıştım. Genç Mustafa’yı yazarken de, bir tarihçi perspektifiyle bilimsel kaynakları kullanarak ülkemizin kurucusu Atatürk’ün gençlik yıllarına ışık tutmak istedim. Amacım geniş kitlelerce Atamızın daha çok tanınmasıydı. Bu nedenle kitabımın arka kapağında da belirttiğim gibi Atamızın tüm yaşamını çizgi roman biçimine uyarlayarak kolay okunacak bir hale çevirmekti. 2- Kitap bir çizgi roman olmasına karşın, bilimsel kaynakların dışına asla çıkmadım. Kitapta ne yazdıysam, mutlaka daha önceki bilimsel yapıtlara atıfta bulunarak yazılmıştır. Hangi bilgileri, hangi kitapların kaçıncı sayfalarından aldığımı göstermek için de dipnotlu bir makale kaleme aldım. Söz konusu makaleyi kişisel intternet blog’umdan da yayınladım. (www.yalinalpay.wordpress.com/2011/05/17ataturk-1905-yilinda-iskence-mi-gordu/) (EK:1 yararlandığım kaynaklar) 3- Ben kesinlikle ve kesinlikle Türkiyemizin kurucusu Atatürk’e hakarette bulunacak hiçbir eylem veya girişimde bulunmadım, bulunmam da. Böyle bir girişimde bulunmamamın nedeni Atatürk’ü koruyan yasaların varlığından korkmak değil, Atatürk’e duyduğum büyük hayranlık, büyük sevgi ve büyük saygıdan ileri gelmektedir. Bugünkü modern yaşam standartlarımızı borçlu olduğumuz ulusal liderimiz, dünyanın son birkaç yüzyılda yetiştirmiş olduğu en yetenekli ve en başarılı liderdir. Atatürk’ün yaşamı doğumundan itibaren hiç de kolay olmayan bir yaşamdı. Ulusal liderimiz tüm hayatı boyunca mücadele etmek zorunda kaldı. Fakat yaşadığı bu zorluklar O’nu asla yıldırmadı. Başına ne gelirse gelsin, neyle suçlanırsa suçlansın, Atatürk bildiği doğrulardan asla sapmamıştır ve sonunda daha henüz 42 yaşındayken Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. 4- Genç Mustafa kitabım, Atatürk’ün ilk gençliğinde yaşadığı zorlukları ve O’nun bunların üstesinden gelişini anlatıyor. Bu nedenle Genç Mustafa iddia edildiği gibi Atamızı küçük düşüren bir çalışma değil, aksine bir kahramanın ilk gençlik yıllarından itibaren gerçekleştirdiği kahramanlıkları sunan bir yapıttır. 5- Atatürk’ün gençlik yıllarında sorgulanması sırasında şiddet görmesi konusu yalnızca benim kitabımda değil, Atatürk üzerine yazılmış en iyi biyografi sayılan Lord Kinross’un kitabında bile geçmektedir. [Kinross, L. (1967) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander, İstanbul, sf.47] Atatürk bir askerdi. Savaşlarda yaralandı, atından düşüp kaburgalarını kırdı, Çanakkale Savaşı’nda göğsünde taşıdığı saati onu bize bağışladı. Atatürk’ün fiziksel olarak zarara uğrayabiliyor olması, O’na bir hakaret değildir. Kahramanlar fiziksel olarak değil, zihinsel ve iradesel olarak zarar verilemeyen kişilerdir. Atatürk de tam böyle bir kahramandı. Kitabımda Atatürk’ün bu kahramanlığını vurgulamak için de, şiddet gördüğü sayfada onun ağzından şöyle yazmıştım: “Bu bir mücadele… Ve bu mücadelede önemli olan burnumun bir kez olsun bile kanamamış olması değil. Önemli olan; burnumun kanamasını elimin tersiyle silip, mücadeleye son hızla devam etmem… BENİ HİÇBİR ŞEY DURDURAMAZ.”[Genç Mustafa, sayfa 112] 6- Genç Mustafa’da anlatılan Mustafa Kemal, hiçbir zorluktan yılmayan, sorgulansa da, sorgulanma sırasında şiddet görse de hedefinden şaşmayan bir kahramandır. Doğru olan da zaten budur. İçki içmek yasalarımız gereğince bir suç değildir. İçki içmek de küçük düşürücü bir durum değildir. Zira devletimizin Cumhuriyet Balolarından tutun da, çeşitli resepsiyonlara kadar verdiği davetlerde de içki ikramları yapılmış, tüm devlet adamlarımız, siyasi liderlerimiz de bu içkilerden içmişlerdir. Ömer Hayyam gibi içkiye ve şaraba yüzlerce şiir yazan büyük şairlerimiz vardır. Genç Mustafa’da Atatürk içki düşkünü birisi değildir. Sosyalleşmek için dışarı çıktığında arkadaşları ya da komutanlarıyla içki içtiği görülmektedir. Bu konuda Kurtuluş Savaşımızda Maraş ve Antep bölgesindeki milli kuvveti kurmakla görevli olan ve 1920-1938 yılları arasında Antep milletvekilliği yapan Kılıç Ali’nin (asıl adı Süleyman Asaf Emrullah’tır.) anıları bize ilginç bilgiler vermektedir. Kılıç Ali’nin 1955 yılında yayınlanan Atatürk’ün Hususiyetleri adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk’ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması men edilmişti. Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk’ün herkesçe malûm içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğıni de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; ‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’ diye latife etmişlerdi”. 7- Yani Atatürk’ün içki içtiğini yazmak, eğer bir hakaret suçu ise, bu suçu benden önce yüzlerce yazar işlemişlerdi. Daha da önemli olan ise, Atatürk’ün bizzat kendisinin bu durumu kesinlikle bir hakaret olarak algılamamasıdır. Benim de kesinlikle ve kesinlikle Atatürk’ü içki düşkünü olarak göstermek gibi bir amacım da, böyle bir eylemim de yoktur. Kitabımdan da böyle bir anlam çıkmamaktadır. 8- Mustafa Kemal’e sorgu sırasında şiddet uygulayan Paşa’nın ağzından Mustafa Kemal’e “Hain” denmesi konusu kesinlikle Atatürk’e yazar tarafından yapılmış bir hakaret değildir. Olayların oluşu sırasında şiddet uygulayan kişinin söylediği sözlerdir. Üstelik Paşa’nın sorgulama sırasında söylediği bu sözleri ben Kültür Bakanlığı Yayınları’nın 1981’de yayınlamış olduğu Altın Saçlı Kahraman adlı Atatürk biyografisi kitabının 38’inci sayfasından aldım. Ayhan Başoğlu tarafından kaleme alınan bu kitapta Paşa sorgu sırasında bu Mustafa Kemal’e aynen şöyle demektedir: “Seni Hain Seni. Padişahımız Efendimize suikast hazırlığı ha! Hadi herşeyi anlat, yoksa fena yaparım.” 9- Dolayısıyla eserimin bir bütün olarak incelenmesi gerekirken; incelenmeden ve yine Atatürk’ü yücelten kareleri, eserimdeki amacımın tamamen dışına çıkararak ağır beyanlarla ve eserde ne vurgulandığımı değerlendirilmeden, suçmuş, hakaretmiş gibi göstererek, aslında kendileri üzerime atılı suçu işledikleri kanaatindeyim. Özetle kitabım Atatürk’e ilişkin hiçbir şekilde, hiçbir hakaret içermemektedir. Eserimi bu amaçla kesinlikle ve kesinlikle oluşturmadım. Aksine eserimdeki amaç Atatürkçü düşünceye hizmet etmek, Atatürk ve Atatürkçü düşüncenin daha çok kişi tarafından bilinmesine katkıda bulunabilmektir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda arz ve izah ettiğim sebepler ve Sayın Makamınız tarafından resen gözetilecek hususlar çerçevesinde BERAATİME karar verilmesini Sayın Makamınızdan talep ediyorum. 18.07.2011 Yalın ALPAY Bugün sözü Orhan Pamuk‘a bırakıyorum.. “Atatürk hakkında yakın çevresi ve arkadaşları tarafından yazılmış kitapları çocukluğumda çok severek okumuştum. Atatürk’ü tanıyıp gerçekten sevenlerce yazılmış bu kitapların aksine, ondan sonraki kuşakların Atatürk hayali, onun insani yanlarını görüp yazmamızı engelleyen yasaklar yüzünden otoriter bir üstün insan hayaline dönüştürülmüş, itibarılı adı çoğu zaman siyasal baskı ve yasakları meşrulaştırmak için kötüye kullanılmıştır. Bugün Türkiye’de uygulanan yasaklar yüzünden Atatürk’ten bir romanda normal bir insan olarak söz etmek ya da onun inandırıcı bir biyografisini yazıp mahkemeye düşmemek imkansızdır.” Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar, s.117 Geride bıraktığımız 2010 yılında Atatürk’ün Harbiye yıllarını anlatan bir senaryo kaleme aldım. Drama senaryosunu bir film olarak seyirciyle buluşturmak dönem kostümleri ve mekanlarının aşırı pahalılığı, oyuncu maliyetleri, kamera ve ekipman kiraları ve dağıtıma ilişkin yüksek giderler yüzünden elimizdeki bütçe ile mümkün değildi. Bu nedenle senaryoyu bir grafik roman (çizgi roman) olarak hayata geçirdim. Genç Mustafa adı ile yayınlanan kitap önemli bir satış rakamı yakaladı ve çok çeşitli tartışmalara neden oldu. Bu tartışmalar bir yerden sonra öyle bir arttı ki, Atatürk hayranı bir yazar tarafından yazılmış bu senaryo, bazı medya organlarınca Atatürk’e hakaret ettiği iddia edilen bir metne dönüştürüldü. Bu garip gelişmeyi, o dönemin ana muhalefet partisi olan CHP’li bir milletvekilinin Genç Mustafanedeniyle benim ve kitabın çizeri hakkında, Atatürk’e hakaret ettiğimiz gerekçesiyle suç duyurusunda bulunması izledi. Ortada böyle bir suç bulunmaması nedeniyle, Savcılığın bir dava açmayacağını düşünüyordum. Fakat öğrendim ki, Savcılık bu konuda davayı açtı. Davanın nasıl bir yön izleyeceğini ilerleyen günlerde göreceğiz. Bununla birlikte, senaryomda ve kitapta Atatürk’e elbette hiçbir hakaret bulunmadığı için, suç işlemediğimize dair kuvvetli bilgimiz ve farkındalığımız yüzünden bir endişe taşımıyorum. Sanat ve bilim üzerine yüzyıllardır süren klasik bir tartışma vardır. Bu tartışma “sanatın sanat için olduğu” önermesi ile “sanatın toplum için” olduğu önermesi arasındadır. Bu tartışmanın yalnızca bir tarafında durmak ve birini seçtikten sonra, diğerini top yekün yadsımak pek mümkün değil. Kişi olsa olsa ağırlıklı olarak bir seçeneği seçer ve diğerine daha az önem verir fakat onu tamamıyla yok saymaz. Benim de, – daha sonra değişebilme ihtimalini de göz önünde bulundurmama rağmen – bilim ve sanatsal üretime ilişkin tutumum daha çok bireysel bir kodlama. Bu konulardaki üretim meselesini, topluma yararlı olacak yapıtlardan çok, bireyin dünyayı kavrama biçiminin kavramdan varlığa geçişi olarak görüyorum. Kısacası sanatın kesinlikle toplumsal bir yönü olduğunu unutmadan, sanatı bireysel bir algılayış yöntemi olarak algılıyorum. Atatürk üzerine gerçekleştirdiğim senaryo ile, Atatürk’ün gençlik yılları üzerine tarihsel kaynakları kullanarak, görece az bilinen gerçekliklerden, sanatsal bir kurgu oluşturmuştum. Tarihsel olarak hem bir ulusun, hem de geniş bir coğrafi bölgenin (Balkanlar ve Ortadoğu) kaderini neredeyse çoğu açıdan tamamen etkileyen çok güçlü bir karakterin gençlik yıllarının yeniden yorumlanması çok ilgimi çekiyordu. Büyük bir ilgi ve zevkle çalıştım. Ortaya çıkan Genç Mustafa da pek çok açıdan tatmin ediciydi. Fakat kitabımın sanatsal değil, politik bir imge olarak tartışılması ve daha acı olanı da, politik olarak yanlışlıklar zinciri etrafında tartışılması Camus’nün sözcükleriyle söylersem “absürd”dü. Kitabım sürreal bir biçimde anti cumhuriyetçi bir siyasi görüşün tetikçisi olarak lanse edildi ki, kitap yalnızca siyaseten ele alındığında tam da cumhuriyetçi görüşün bir temsiliydi. Bu nedenle senaryom hem istediğim gibi bilimsel ve sanatsal anlamda değil de siyasal anlamda gündem oldu. Hem de siyasal anlamda da ilginç bir şekilde tam da karşıt olduğu şeyle suçlandı. Genç Mustafa’ya ilişkin yapılan tüm tartışmalar, benim istemediğim her şeyi içerdi. Basında tartışılan senaryo ile, benim senaryom arasında hiçbir benzerlik bulamıyorum. |
YALIN ALPAYArchives
July 2013
Categories
All
|