Düşün tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Kant, ömrü boyunca doğmuş olduğu Konisberg kasabasından hiç ayrılmadı ve tüm dünyayı bu minik yerden anlamlandırdı. Her gün uyandığından itibaren aynı saatlerde aynı şeyleri yapan Kant, yaşamı bir alışkanlıklar manzumesi gibi sürdürmesine karşın, felsefedeki pek çok ön yargıyı yıktı ve pek çok düşünsel alışkanlığı bozdu. Bu sıradışı yetenek, uğraştığı meselelerle dönüp dolaşıp yeniden ve yeniden hesaplaştı. Ve Konigsberg, yirminci yüzyıla değin, Kant gibi, uğraştığı alanda bambaşka bir kulvar açan ve kendisinden sonrakileri bu kadar etkileyen bir başka düşünce adamı çıkaramadı. Yirminci yüzyılın Konigsberg’lisi, Kant’ın aksine Konigsberg’de doğmadı fakat bu kasabayı soyadında taşıdı. Allen Stewart Konigsberg. Bununla birlikte biz onu bugün bu ismiyle değil, sonradan edindiği sahne adıyla tanıyoruz: Woody Allen. New York’ta doğan Woody Allen, uzun yıllar boyunca doğduğu şehri önce ABD’ye, ardından da tüm dünyaya aktaran bir yönetmen olarak çalıştı. Hayat ile ilgili meseleleri birkaç taneydi fakat derinlerdi. Kentli, Yahudi, entelektüel, zeki fakat çirkin bir erkeğin gözünden varoluş, seks, ikili ilişkiler, güzel kadın ile zeki erkek ilişkisi, aşkların yükseliş ve iniş aşamaları, entelektüel zihnin güncel konulara bakış biçimi konularını New York arka planında defalarca farklı filmlerde sinemaya aktardı. Bu dönemde dünya çapında önemli bir hayran kitlesi edindi. İki binli yıllarda sinemasının arka planını Avrupa’ya taşıyan Allen, konu seçimlerinde büyük değişiklikler yapmasa da, sinema biçimini değiştirdi ve işlediği temalara bu kez “şans” kavramını ekledi. Bu tutumu çoğu hayranında hayal kırıklığı yarattı. Özellikle Cassandra’s Dream ve Match Point adlı filmlerinde şansın önemine kuvvetle değindi ve her iki film de genel ahlaki değerlerin kucaklanmadığı sonlarla tamamlandı. Kişisel olarak, ikisi de İngiltere’de geçen bu filmleri pek etkili buldum. Bununla beraber New York dönemindeki filmlerde mizah unsuru bulunuyordu ve filmlerin anlatı dili de başka bir gerçekliğe gönderme yapıyordu. Woody Allen’in New York dönemi filmlerinde yapay bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Dünyanın yeniden yorumlanması sırasında, ne yaparsa yapsın, güvenlikli yaşamından taviz vermeyen ve zihin odaklı yaşayan kahramanlar, bize varoluştan, yaşamın anlamsızlığından, insanın Tanrı ile olan kavgasının sonucunda uğrayacakları kaçınılmaz yenilgiden bahsederler. Bununla birlikte, filmlerin yansıttığı New York yaşanılası, eğlenilesi bir mekan olarak kendisini gösterir ve filmin kahramanları yaşamak istemezlerken, filmin izleyicileri böyle bir yaşamın ne kadar zevkli olacağını düşünürler. Gündelik zayıflıklarımızı, düşüncelerimizi, saçma bulduğumuz kararlarımızı Hollywood’da bir yönetmenin gözünden yeniden görmek bize garip bir haz ve paylaşılarak azaltılmış bir suçluluk duygusu armağan eder. Bu yüzden Woody Allen filmlerini zeki ve entelektüel olma iddiası taşıyan çirkin erkekler kadar, onların filmde aşık olmasına karşın aşağıladığı güzel fakat entelektüel olmayan kadınlar da severler. Bu döneminde dil oyunları üzerinde duran ve fiziksel komedi unsurlarını daha geride tutan Woody Allen, filmlerinde uzun bir stand-up şovu yapıyormuş gibi görünür. Kısacası bu dönem son derece Amerikalıdır. Allen’in Avrupa dönemi olan iki binli yıllar ise, görüntü, dil, kast ve olay gelişimi açısından coğrafi değişikliğe ayak uydurarak Avrupalılaşmıştır. Gökdelenlerin arasından, yeşilliği bol, alçak duvarlı taş evlerin arasına giren kamera, artık dil oyunlarıyla yapılan espirileri değil, acı çeken insanların karar verme zorluklarını, onların trajedilerini kayda almaktadır. Bu dönemde sarkastik Woody Allen senaryolarının yerini, amaçları için ağırlıklarını yaşama hissettiren ve hayatı hafife değil, ciddiye alan bireylerin diyalogları ve eylemleri almıştır. Hayat dalga geçilen anlamsız bir nesne olmaktan, ciddiye alınan ve onunla ölesiye kavga edilen bir rakibe dönüşmüştür. Bana öyle geliyor ki, herşeyden çarçabuk sıkılan bu yönetmen, hayata çıplak haliyle dayanamadığı için film çekmeye, yazı yazmaya ve sonunda da müzik yapmaya başladı. Yaşamın anlamsız olduğunu iddia eden Varoluşçu felsefenin sinemadaki en gelişkin ve en popüler izdüşümü olan Woody Allen, yaşamı sanatsallaştırdığı ölçüde yaşama tutunabildi. Bunu yaparken de, yaşamı ciddiye alan bir negatif anlamsızlık yerine, yaşamı hafife alan, onunla dalga geçen bir dil geliştirdi ve yaşamı olumlayarak yansıttı. Neredeyse her yıl yeni bir filmi gösterime giren Woody Allen’ın pozitif kamerasından yaşam, her ne kadar saçma da olsa, yaşanılabilecek ve ondan zevk alınabilecek bir yer olarak görünüyor. Your comment will be posted after it is approved.
Leave a Reply. |
YALIN ALPAYArchives
July 2013
Categories
All
|