İntihar bir kaçış yolu olarak kullanıldığı gibi, onur, inanç, isyan araçları olarak da sıkça kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Bununla birlikte intiharın az bulunan ve hem en basit hem de en karmaşık güdülenmelerinden birisi felsefi olanıdır. “Yaşamak bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır.” Ortega y Gasset Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da yaşayanlar, dünyada eşi benzeri görülmemiş büyüklükte iki dünya savaşı ile sarsılan kıtada, tüm temel hak ve özgürlüklerinden, en başlıca kişisel gereksinimlerinden yoksun, ölümün gölgesinde bir ömür geçirdiler. Bu savaşlarda harp yalnızca cephelerde sürmüyordu. Ceset ve yanık insan eti kokan savaş meydanlarında, mevzilerde insani şartlardan tamamen uzakta, korkunç yaşamlar süren askerlerin yanı sıra, cephe gerisindeki şehirlerde ve köylerde yaşayan siviller de her an işgal edilme korkusu ile birlikte ekonomik kıtlığı yaşıyor, düşman askerleri kadar bir de kendi ulusundan olan karaborsacılarla, fırsatçılarla ölüm kalım mücadelesi veriyordu. İki dünya savaşı sırasında doğrudan savaş nedeniyle Avrupa’da toplam can veren insan sayısı 55 milyondur. Bu felaket döneminin insanları en ilkel fiziki ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlardı. Bununla birlikte kişi yalnızca bedenden ibaret değildir. Barınmanın, beslenmenin, giyinmenin ve üremenin yanı sıra, insanı insan yapan umutlar, hayaller, idealler, ait olma, sevilme, sevme, kimlik oluşturma, başarma, kendini adama gibi pek çok sosyal ve psikolojik gereksinimler vardır. Savaş bedenleri parçaladığı gibi, ruhları da darmadağın ediyordu. Kişinin dünya üzerindeki varlığı, hayattaki mevcudiyeti tüm bağlarından koparılmış ve bütünüyle anlamsızlaşmıştı. Yaşanılan zorlukların, çekilen acıların, verilen kayıpların mantıklı bir nedenini bulmak ya da göstermek mümkün değildi. Anlamın olmadığı yerde yaşam da manasızlaşıyor, yaşayabilmek için, uğrunda savaşılmasına ya da yaşanmasına değer bir şeylerin yokluğu hissi insanları birbirine yabancılaştırıyor, kişinin kendisini bu dünyada, dönemin ünlü Fransız felsefecisi Sartre’ın söylemiyle “fazladan” (de trop) bir şey haline getiriyordu. “İnsan dünyaya fırlatılmıştır.” Martin Heidegger Bu fazladanlık tecrübesi bir kişiden bir başkasına doğrudan aktarılamadığı için de, Avrupa’nın tüm insanları bu acı deneyimi milyonlarca kez yeni baştan yaşamak ve hayatın anlamsızlığı içerisinde, bir umut, bir mana aramak ve bulur gibi olduğunda onun için savaşmak, sonunda da giriştiği savaşı zorunlu olarak kaybetmek durumunda kaldılar. Kendi isteğinin dışında dünyaya gelmiş ve bu acıların ve anlamsızlığın içine batmış kişidir sıradan bir dönem Avrupalısı. İşte böyle bir ortamın göbeğinde, sıradan bir İspanyol’un yaşamla mücadelesinde hem fiziksel hem de ruhani gereksinimlerinin altında nasıl ezildiğinin, bulduğu ideallerde birlikte yürüdüğü arkadaşlarının, kendi ideallerine nasıl ihanet ettiklerinin, insanların, ülkelerin, piyasaların birbirlerini nasıl acımasızca yok etmeye giriştiklerinin ve bu ortam içerisinde, bu bireyin nasıl o ortamın tutsağı olduğunun ve sonunda da bu ortamdan kurtulmak için nasıl bir yöntem bulduğunun öyküsüdür Uçma Sanatı. “İnsan özgürlüğe mahkumdur.” Jean P. Sartre Romanın kahramanı Antonio, romanın en başından beri bir konuya odaklıdır: özgürlük. Köyde başlayan yaşamında, ailesi özellikle de babası onun iradesi üzerinde mutlak bir hegemonya kurmuş ve Antonio’nun tüm özgürlüğünü elinden almıştır. Pazar ekonomisi ilişkilerinin köye sızmasıyla birlikte, toprak yalnızca aileye üretim yapan bir üretim aracı olmaktan çıkarak, pazar için üretim yapan bir enstrümana evrilmiştir. Bu durum da, toprağın mülkiyetine ilişkin ciddi sorunları doğurmuş, köylüler birbirlerinin topraklarına tecavüzlere yeltenince, sınır taşları bile olmaksızın, özgürce serili topraklara, her bir kişinin mülkiyetinin koruyucusu olarak yüksek duvarlar çekilmiş ve köy bir anda çıkışı olmayan bir labirente dönüşmüştür. Adı TaşÇiçek olan bu köy, edebi anlamda, köyün taş olma ve çiçek olma potansiyelini aynı anda taşıdığını gösterir. Antonio’nun çocukluğunda bu potansiyellerden taşın galip geldiğini ve köyün bir taş duvar çöplüğüne döndüğünü görürüz. Antonio bu ortamda kendi özgürlüğünü yaşamaya, kendisini özgür kılmaya uğraşır. Hayaller kurar, kendisine bir düş ortağı bulur fakat tüm hayalleri yıkılır, düş ortağı ise, ortak düşlerinin peşinde koşarken daha çocuk yaşında ölür. Antonio daha on yaşına gelmeden köyden kurtulup, “uçabilmek” için şehre, dayısının yanına kaçar. Birkaç aylık berbat bir deneyimden sonra, dayısının işi kapatması sonucu yeniden baskıcı babasının evine, taş duvarlarla örülü köyüne döner. Antonio özgürlüğüne kavuşmak için çabalamakta, elinden geleni yapmakta fakat otoritenin, baskıcılığın cehenneminden ruhunu bir türlü kurtaramamaktadır. O cehennemin nedenini tüm kitap boyunca türlü kereler, farklı şehirlerde, farklı cephelerde ve farklı ülkelerde yeniden yeniden deneyimleyecektir Antonio. Ve sonunda da o cehennemin kaynağını ve nedenini anlayacaktır: başkaları. “Cehennem başkalarıdır.” Jean P. Sartre Romanın başından sonuna değin, Antonio’nun kendi özgür iradesini yaşama geçirmeye çalışmasını ve bağımsızlık için elinden geleni yapmasını okuruz. Fakat Antonio yaşamının hiçbir devresinde bunu başaramaz. Köyden kaçtığında, şehirde çalışmaya başladığında, milislere katılıp savaşa gittiğinde, esir kampına düştüğünde, kaçakçılık ve karaborsacılık yaptığında, şirket kurduğunda, evliliğinde ve hatta sonunda gittiği huzurevinde bile Antonio hep başkalarının kendisini savurduğu cehennemde yaşamak zorunda kalmış, başkalarınca özgür iradesi hep bastırılmıştır. Özgür iradesini yaşama geçirebilmek için, Antonio başkaları ile mücadele etmesi gerektiğinin farkına erken yaşlarda varmıştı. Fakat bu mücadeleyi gerçekleştirebilmesi için, kendisine seçim yapmak üzere (özgür iradenin kökeninde sürekli olarak seçim yapmak vardır) bir takım değerler, ilkeler ve idealler belirlemeliydi. Antonio bunu yapmış ve bu uğurda canını ortaya koyarak cephede bile savaşmış, başka ülkelerde kaçak olmayı göze almıştır. Bu uğurda değer, ilke ve ideal ortakları, yoldaşları edinmiştir. Bununla birlikte roman boyunca Antonio’nun yoldaşları onu ya ölerek, ya değerlerine ihanet ederek, ya da bizzat Antonio’ya ihanet ederek onun kendi değer yargılarını hiçleştirmişlerdir. Uçmak isteyen Antonio’nun tutamak noktalarını ortadan kaldıranlar hep bu başkaları olmuştur. Antonio da sonunda tutamaksız kalmış ve kendi değer yargılarının aksine işlerde de bulunmuş fakat sonunda yine dönüp dolanıp, başka bir tutamak bulamadığı için eski değer yargılarına sığınmış, bir yandan da yaşamının boşa geçmiş bir hayaller ve değerler ürünü olmaması için buna gayret etmiştir. Antonio, bir türlü anlam veremediği ve manasız bulduğu yaşam mücadelesinde bir tek şeyin peşini hiç bırakmamış ve hep ona özenmiştir: özgürlük yani uçma sanatı. Ve doksan yılın sonunda, onu nerede bulacağını anlamıştır: başkalarının olmadığı bir yerde. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar.” Albert Camus İntiharın, kişinin başarısız yaşamından bir kaçış olduğuna dair yaygın bir görüş vardır. Bununla birlikte intiharın tarihi bize çok daha farklı şeyler söylemektedir. İntihar bir kaçış yolu olarak kullanıldığı gibi, onur, inanç, isyan araçları olarak da sıkça kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Bununla birlikte intiharın az bulunan ve hem en basit hem de en karmaşık güdülenmelerinden birisi felsefi olanıdır. Bu güdülenmeye göre kişinin yeryüzündeki yaşamının acı ya da zevk dolu olması, mutlulukla ya da mutsuzlukla geçmesi, sıradan ya da olağanüstü bir hayat olması önemsizdir. Felsefi intihar kararında önemli olan kişinin kendi felsefi ve inançsal varsayımlarına göre dünyanın anlamlı olup olmaması ve bu anlamlı ya da anlamsız bulunan dünyada yaşamanın felsefi olarak yaşamaya değer bulunup bulunmamasıdır. Antonio’nun bir tanrı inancı yoktur, bu nedenle yaşam onun için yeryüzünden ibarettir ve bir öte dünya yoktur. Bu onun inançsal varsayımıdır. Antonio’nun felsefi varsayımı ise, mutlak özgürlüktür. Buna göre Antonio için ulaşılması gereken yer mutlak özgürlüktür ve bu özgürlüğün vaat edildiği bir öte dünya algısına da sahip değildir. Bu yüzden onun özgürlüğü elde etmesi gereken yer bu dünyadır. Antonio da tüm yaşamı boyunca bu idealin peşinden koşar, zaman zaman para için bu idealinden şaşar gibi olur ve bunu fark ettiği anlar derhal o işini bırakarak kendisini yeniden mutlak özgürlük idealine verir. Fakat çevresindeki tüm toplumsal edimler ve başkaları yüzünden bir türlü bu mutlak özgürlük düşüncesini gerçekleştiremez. Birlikte yola çıktığı arkadaşları bile bu uğurda ya ölürler ya da düşüncelerinden vazgeçerek, tam da karşısında durdukları anti-ideallerine kapılırlar. Antonio’nun bu dünyada cehennem hayatı yaşamasının bu anlamdaki tek nedeni başkalarıdır. Her şey özgürlüğün karşısındadır. “Özgürlük kişiye şahdamarı uzaklığındadır.” Seneca Antonio bir korkak değildi. Yaşamı boyunca idealini gerçekleştirmek için elinden geleni yaptı ve sonunda da ihtiyar, elden ayaktan düşmüş bir 90’lık idealist olarak kendi felsefesi için gerekli olan şeyi düşünüp taşındı, buldu ve tasarladı. Toplumun ve başkalarının baskısını, kendi bedeni ve zihni üzerindeki otoriterliğini yok etmek, toplumun edilgen bir dişlisi olmak yerine, tüm kararlarını ve sorumluluklarını yalnızca kendisinin belirleyeceği bir birey olmak için, özgür olmak için, uçma sanatına erişmek için geriye kalan tek seçeneğe yöneldi. Antonio’nun yaşamının son eylemi bir kaçış değil, meydan okuyuşların en yükseği, en üst mertebesiydi. O özgür ve birey olabilmek için, bir kişinin altından kalkabileceği en zor işe girişti. Bir anlık bir kurtuluş çabasıyla, refleksle yapılmış, daha işlendiği an pişman olunmuş bir eylem değildi onun girişimi. Tamamıyla düşünülmüş, planlanmış, uygulaması güç olan, emek ve adanmışlık isteyen bir eylemdi. Antonio özgür bireyliğini kurmak için, kendisini yok etmeyi seçti ve kendisini uçma sanatının kollarına bıraktı. Mutsuz bir yaşam geçirdi ama mutlu öldü. Yalın Alpay (2012) "Antonio'nun Esareti" Gölge, Sayı:63, ss.22-24 1.ÇROP Çizgi Roman İnceleme Yarışması İkincilik Ödülü Bugün sözü Orhan Pamuk‘a bırakıyorum.. “Atatürk hakkında yakın çevresi ve arkadaşları tarafından yazılmış kitapları çocukluğumda çok severek okumuştum. Atatürk’ü tanıyıp gerçekten sevenlerce yazılmış bu kitapların aksine, ondan sonraki kuşakların Atatürk hayali, onun insani yanlarını görüp yazmamızı engelleyen yasaklar yüzünden otoriter bir üstün insan hayaline dönüştürülmüş, itibarılı adı çoğu zaman siyasal baskı ve yasakları meşrulaştırmak için kötüye kullanılmıştır. Bugün Türkiye’de uygulanan yasaklar yüzünden Atatürk’ten bir romanda normal bir insan olarak söz etmek ya da onun inandırıcı bir biyografisini yazıp mahkemeye düşmemek imkansızdır.” Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar, s.117 Geride bıraktığımız 2010 yılında Atatürk’ün Harbiye yıllarını anlatan bir senaryo kaleme aldım. Drama senaryosunu bir film olarak seyirciyle buluşturmak dönem kostümleri ve mekanlarının aşırı pahalılığı, oyuncu maliyetleri, kamera ve ekipman kiraları ve dağıtıma ilişkin yüksek giderler yüzünden elimizdeki bütçe ile mümkün değildi. Bu nedenle senaryoyu bir grafik roman (çizgi roman) olarak hayata geçirdim. Genç Mustafa adı ile yayınlanan kitap önemli bir satış rakamı yakaladı ve çok çeşitli tartışmalara neden oldu. Bu tartışmalar bir yerden sonra öyle bir arttı ki, Atatürk hayranı bir yazar tarafından yazılmış bu senaryo, bazı medya organlarınca Atatürk’e hakaret ettiği iddia edilen bir metne dönüştürüldü. Bu garip gelişmeyi, o dönemin ana muhalefet partisi olan CHP’li bir milletvekilinin Genç Mustafanedeniyle benim ve kitabın çizeri hakkında, Atatürk’e hakaret ettiğimiz gerekçesiyle suç duyurusunda bulunması izledi. Ortada böyle bir suç bulunmaması nedeniyle, Savcılığın bir dava açmayacağını düşünüyordum. Fakat öğrendim ki, Savcılık bu konuda davayı açtı. Davanın nasıl bir yön izleyeceğini ilerleyen günlerde göreceğiz. Bununla birlikte, senaryomda ve kitapta Atatürk’e elbette hiçbir hakaret bulunmadığı için, suç işlemediğimize dair kuvvetli bilgimiz ve farkındalığımız yüzünden bir endişe taşımıyorum. Sanat ve bilim üzerine yüzyıllardır süren klasik bir tartışma vardır. Bu tartışma “sanatın sanat için olduğu” önermesi ile “sanatın toplum için” olduğu önermesi arasındadır. Bu tartışmanın yalnızca bir tarafında durmak ve birini seçtikten sonra, diğerini top yekün yadsımak pek mümkün değil. Kişi olsa olsa ağırlıklı olarak bir seçeneği seçer ve diğerine daha az önem verir fakat onu tamamıyla yok saymaz. Benim de, – daha sonra değişebilme ihtimalini de göz önünde bulundurmama rağmen – bilim ve sanatsal üretime ilişkin tutumum daha çok bireysel bir kodlama. Bu konulardaki üretim meselesini, topluma yararlı olacak yapıtlardan çok, bireyin dünyayı kavrama biçiminin kavramdan varlığa geçişi olarak görüyorum. Kısacası sanatın kesinlikle toplumsal bir yönü olduğunu unutmadan, sanatı bireysel bir algılayış yöntemi olarak algılıyorum. Atatürk üzerine gerçekleştirdiğim senaryo ile, Atatürk’ün gençlik yılları üzerine tarihsel kaynakları kullanarak, görece az bilinen gerçekliklerden, sanatsal bir kurgu oluşturmuştum. Tarihsel olarak hem bir ulusun, hem de geniş bir coğrafi bölgenin (Balkanlar ve Ortadoğu) kaderini neredeyse çoğu açıdan tamamen etkileyen çok güçlü bir karakterin gençlik yıllarının yeniden yorumlanması çok ilgimi çekiyordu. Büyük bir ilgi ve zevkle çalıştım. Ortaya çıkan Genç Mustafa da pek çok açıdan tatmin ediciydi. Fakat kitabımın sanatsal değil, politik bir imge olarak tartışılması ve daha acı olanı da, politik olarak yanlışlıklar zinciri etrafında tartışılması Camus’nün sözcükleriyle söylersem “absürd”dü. Kitabım sürreal bir biçimde anti cumhuriyetçi bir siyasi görüşün tetikçisi olarak lanse edildi ki, kitap yalnızca siyaseten ele alındığında tam da cumhuriyetçi görüşün bir temsiliydi. Bu nedenle senaryom hem istediğim gibi bilimsel ve sanatsal anlamda değil de siyasal anlamda gündem oldu. Hem de siyasal anlamda da ilginç bir şekilde tam da karşıt olduğu şeyle suçlandı. Genç Mustafa’ya ilişkin yapılan tüm tartışmalar, benim istemediğim her şeyi içerdi. Basında tartışılan senaryo ile, benim senaryom arasında hiçbir benzerlik bulamıyorum. |
YALIN ALPAYArchives
July 2013
Categories
All
|